top of page
Pink Poppy Flowers

Serdar Öztürk: "Aydın Gün, Sovyet şef Tagizade'yi gizlice takip etmemi istedi"

Güncelleme tarihi: 6 gün önce

ree

Söyleşi: MELİS GÖNENÇ


2018’den başlamak üzere, Devlet Opera ve Balesi (DOB) ile Cumhurbaşkanlığı

Senfoni Orkestrası (CSO)’nın ileri yaşlardaki emekli sanatçılarıyla, anılarını derlemek amacına yönelik, kayıt altına aldığım uzun görüşmeler yaptım. Bizde, bu kurumların tarihini ele alan ciddi çalışmalar bulunmadığı, yanı sıra, anı kaleme alma geleneğinin, ne yazık ki, çok az sanatçı ve yöneticiyi kucaklayabildiği dikkate alındığında, bu tür kapsamlı görüşmelerin zorunluluğu kendiliğinden açığa çıkıyor.


2022’de, 90 yaşında aramızdan ayrılan Serdar Öztürk ile de, bu çerçevede, birçok kez bir araya geldik. İleri yaşına rağmen, canlı anlatım ve refleksleri hâlâ gözümün önünde. Aşağıda, o görüşmelerden seçtiğim bazı bölümleri okuyacaksınız.


Serdar Öztürk, 50’lerde, DP iktidarıyla birlikte, DOB’un “sağ” siyasal eksene oturtulması sonucu oluşan geleneğin, izleyen yıllardaki önemli temsilcilerinden biridir. “Türk müziği tektir” savıyla, Laik Cumhuriyet’in “müzik devrimi”ne karşı çkmış olan, İstanbullu alaturkacı Arel’in müritlerindendir. Bu yaklaşımın, Aydın Gün’ün bakış açısıyla örtüşüyor oluşunun yanı sıra, daha da ileri giderek, İDOB’un başında bulunan Gün’ün, 23 Haziran 1973 tarihinde, Saygun’un Köroğlu operasının prömiyerini yönetmek üzere gelen, Sovyetler Birliği’nin büyük şeflerinden Niyazi Tagizade’yi, Öztürk’e gizlice izlettirmesine kadar varacak olan “anti-komünist/liberal” içeriği özellikle dikkat çekiyor.


İstanbul’daki çoksesli müzik çevresinin, Ankara’daki ortodoks tutuma karşın,

çok daha esnek oluşu, Serdar Öztürk’ün bakış açısını bütünleyen diğer bir etmen.


Sanatçı bir opera müdürünün diğer bir opera sanatçısına, Sovyet bir şefi gizlice izlettirip, elde ettiği bilgileri istihbarat birimlerine aktarmasının anlamı nedir?


DOB ve yüksek sanatın, sanılanın aksine, son derece siyasal bir alan olduğudur.


Ve tabii, bir de, Öztürk’ün “politika” tedirginliği soluyan anlatımının alaturka müzik konusu ile ilişkilenişi… Üzerinden on yıllar geçmiş, artık aşıldığı savlananu bu konunun, birkaç kuşağın kolektif belleğinde nasıl gerçek tarihsel anlamıyla, yani, güçlü ve derin “siyasal” karşılığıyla var olduğunun açık kanıtı.


****


Sizin çoksesli müziğe gelişiniz dolaylı bir yol izliyor…


Ankara Radyosu’ndan ut hocam Faruk Kopuz, benim İstanbul’a gitmeme, Arel

ile tanışmama vesile olmuştur. Arel’e karşı değildir Faruk Kopuz. Adım gibi biliyorum. Ahmet Yamacı’dan bağlama dersleri aldım. Ailece tanışıyorduk. Ondan halk müziğini öğrendim. Erken öldü. Ankara’da Faruk Kopuz’dan klasik Türk müziği, ut dersleri, Ahmet Yamacı’dan halk türküleri ve bağlama öğrendim

ve Ankara defterini kapattım. Çünkü Arel’i tanımak istiyordum ve İstanbul’a geldim…


1953-54 yıllarında İstanbul’a geldim. İstanbul’da İleri Türk Müziği Konservatuarı Derneği var. Oraya tavsiye edildim ve Arel’in son öğrencileri arasına girdim. Kendisine hayrandım ama son zamanlarıydı. Arel’in umdelerini sanat ilkelerini

benimsedim. Benim gibi benimseyenler de ilerledi ama genç öldüler. Ama ben Arel’i her zaman yaşattım. Önceleri Arel’in çıkardığı ilk Musiki dergisinde seri yazılarım çıktı. 1955-56’larda orada fani hayat hakkında makaleler yazdım.


Sanat sanat içindir. O zaman kuvvetli sanat eserleri yazabilirsin. Ama sanat aslında toplum içindir. Onları yönlendirebilirsin. Hem sanat cübbesini, hem politika cübbesini giyeceğim. Hem milletvekili olacağım, hem sanatkâr

olacağım. Adama gülerler. Bazıları sanatın içinde bir isim yapamıyor, politikaya giriyor. Türkiye’de politik arena daha kuvvetli… Bir öğretmenin politikayla alakası olmaması lazım. Türkiye’de bütün yükselmiş sanatçılar politik arenada

koşturmuşlar.


****


Türkolojide de okuyorsunuz. Yahya Kemal sevginiz oradan mı?


İstanbul Üniversitesi Türkoloji bölümünde Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya

Kemal’in öğrencisi oldum.


1957’de Yahya Kemal’i tez konusu seçtim. Ben istedim dersem yalan söylememiş olurum ama eksik kalır. Ben Türkoloji’de çok parlak bir talebeydim. Hem de konservatuar mezunuyum. İki tane dalda tepelere tırmanmaya

çalışıyorum. Bana ancak Yahya Kemal gibi bir dehayı incelemek düşerdi. Ben görevimi yaptım, kitaplarımı çıkardım. Bilen bilir. Bilmeyen öldükten sonraa yavaş yavaş öğrenir. O zamanlar öğretmenler öğretmendi, profesörler

profesördü. Kıymetli insanlardı, çalışkan insanlardı. Siz onlara gitmiyordunuz, onlar sizi buluyordu. Şimdiki gibi değildi, YÖK falan yoktu. İmtihanlara kimse girmiyordu. Tanpınar, Kaplan en yakın hocalarımdı. Üniversitede asistan olmayı düşündüğümü söylediğim zaman, “Hayır sen çanta taşıyacak adam değilsin. Hem müzik, hem edebiyat biliyorsun. Böyle talebe nerede buluruz. Yahya Kemal’i ancak sen anlatabilirsin” dediler ve onlar beni buldu.


Yahya Kemal’i tanımak için can atıyordum. Takdim ediliyorum. Tez yazdığımı biliyor ve benimle röportaj yapıyor. Yahya Kemal Beyatlı’nın son talebesi oldum. Ne büyük şeref!


****


İstanbul Belediye Konservatuarı nasıl bir yerdi?


Belediye konservatuarında uygulama öğretmiyorlardı, enstrüman yoktu. Bir

ayağı eksikti. Şimdiki konservatuarda Türk müziği enstrümanlarıyla, teorisiyle,

sesiyle öğretiliyor. Ben ut öğrenmiştim, piyanoyu da orada öğrendim, İstanbul’da. Biraz eskiden de biliyordum. Ufak bir kaza geçirince piyano çalmayı genç yaşta bıraktım. Bunu da kimse bilmez.


Klasik Türk müziği değil Türk müziği. Yanlış ibare kullanılıyor. Arel hayranı olduğum büyük müzikologdu. Arel’in önemi ve Arel’in Türk müziğine verdiği önem ile koskoca konservatuarlar kuruldu. Benim gibi Arel düsturunu, kurallarını yerine getiren insanlarla. Bir de karşı taraf vardı. Sırf Batı müziği. Türk

müziğini inkâr ediyorlar, halk müziğini alıyorlardı. Biz onlardan değildik. Biz herk ikisini de alıyorduk. Türk müziği bizim milli müziğimiz. Ama zengin, folklorumuz zengin. Bütün dünya ülkelerinin bir folkloru vardır, milli sanatları vardır. Bir de evrensel sanatlar vardır. Beethoven’lar, Mozart’lar gibi, piyanolar gibi, kemanlari gibi, senfoniler, orkestralar gibi. Bütün dünya bunu benimser. Bir de her ülkenin

folkloru vardır. Folklorda isim yapanların başında Ruslar gelir. Türkler en baştadır halbuki. Bizim folklorumuz o kadar geniş, o kadar kuvvetli ki, bir isim koyamadık. Folk müziği dediğimiz zaman, halk müziğini yalnız bağlama çalan

müzik kabul ettik. Öbürünü klasik kabul ettik. İşte Batılıların, Batı müziği isteyenlerin Beethoven’ı, Mozart’ı varsa, bizim de Dede Efendi’miz var… Bu dangalaklık yüzünden sol-sağ çatışması gibi Türk müziği-Batı müziği ikilemi

vardır. Türkiye hâlâ karşı karşıya gelmelerle var oluyor. Yavaş yavaş birleşiyoruz. Ben ikisini de öğrendim, üçüncüyü, dördüncüyü de öğrendim ve aklım başıma geldi. Böyle bir ayrıma niye gidiyorlar… Korolar kurdum. Operaya girdim. Türk müziği dersleri verdim. Türk müziği parçaları besteledim. Mevlana Oratoryosu’nu besteledim. Itri’nin Nabi Şerif’ini söyledim.


****


Belediye Konservatuar’ında Münir Nurettin’in öğrencisi oldum. Şan dersine geliyordu. Şan dersi değildi adı. Türk müziği teganni dersi. Onu en iyi anlayanların başında gelirim. Bizim nesil unuttu onu. Sizin nesil bilmiyor. Kim Münir Nurettin, dediğim zaman cevap veremiyor, sesini duymamış. Türkiye’nin ses kralıdır. Ondan ders aldım, o dersler sayesinde bu yaşıma geldim, sesim halen var. Paris’e gitti şan dersleri aldı. O da politikaya girmedi. Bir ilah gibi, bizim gibi öğrencileri etrafında toplandı.


Münir Nurettin’in çoksesliliğe bakışı nasıldı?


Beni yıkamadılar, yiyemediler ama durdurdular. Ben şimdi 60 yaşında olmalıydım. Üzüntüm buradan. Onun için bu sorulara cevap vermiyorum. Muhittin Sadak konservatuarda koro derslerine giriyor. Çok az devam etti,

operanın koro şefi oldu. Türk müziğini de bilirdi. Hepsi bilirdi. Ama Batı müziğinin adamlarıydılar. Büyük insanlar…


Bizim bir mazimiz vardı. Benim de mazim Ankara Radyosu’ydu, Faruk Kopuz’du. Halkevleri vardı. Halkevlerinin son kuşağıydık biz. Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı ile karşılaştık Mersin Halkevi’nde…



****


Arel neden konservatuardan ayrılıp, ayrı bir oluşuma yöneldi?


Politik bir soru. Cevap vermeyeceğim. Ayrı bir kitap yazılır bu konuda. O kitabı yazmak istedim, ömrüm yetişmedi. Hâlâ yazan yok, hâlâ sorunuza cevap vereny ok. Ben biliyorum, size satır aralarında söyledim. Arel hakkında makale yazdım. O makaleleri bulabilirsiniz Musiki dergisinde.


1956’da İstanbul’dan Bursa’ya ders vermeye gidiyordum. Ethem Üngör de geliyordu. Bursa Konservatuarı’nı biz kurduk, derneğini. O konuda da benima hakkımda çıkan makale var Musiki dergisinde. İstanbul’da ders verirken,

Bursa’ya da ders vermeye gidiyordum. Benim için çok şerefli. Uçakla gidiyordum, uçakla geliyordum. Tayyare sinemasında konser verdik. Bursa’da Arel Konservatuarı ile Arel’in kurduğu İstanbul İleri Türk Müziği Derneği’nin

korosunu şef olarak yönetiyordum. Bursa’da neyzen Aka Gündüz vardı. İki, üç sene devam etti o. Ben operaya geldim. Sonra kapandı, dernek olarak devam etti sanıyorum.


Arel, Türk müziğini çoksesli istiyordu. Teksesli olarak da Klasik musikimizi

veriyor. Klasik musikimizde Itri’ler, Dede’ler, Hafız’lar... Bunların eserlerine

dokunulmamasını söylüyordu. Ben onlara da dokundum. Ömrüm yetişir mi

yetişmez mi; çoksesli yaptığım klasik eserlerimizi yayınlamak isterdim.


****


İstanbul Operası’na nasıl girdiniz?


Erol Uras, Oya Tekin, Leyla Demiriş ve ben imtihanlara girdik ve 1960 yılında

Aydın Gün tarafından operaya alındık. Beş yıl opera korosunda görev aldık ama

aynı zamanda sololara çalışıyorduk, şan dersleri alıyorduk. 5 yılın ardından

solist olduk. Ben solist olmadan önce idari mevki olan reji asistanlığına geçtim.

Aydın Gün’ün asistanı oldum. Edebiyatçı olduğum için opera dergisini çıkardım.

Sonra ayağımız kaydırılınca opera solistliğine geri döndüm. 1983 yılında da

operayı bırakıp, devlet konservatuarına geçtim. 40 yılı orada tamamladım. 1998

yılında yaş haddinden doçent olarak emekli oldum. Bir sene sonra emekliliğim

gelseydi, profesör olacaktım.


27 Mayıs’tan sonra Balık Halleri Müdürü, Şehir Operası müdürü oldu. Müdürlük

makamından bir müdür kaydırmışlar. Ne komikti; adamı eğitinceye kadar akla

karayı seçtik. Koroya, “korocular” diyordu. Keman ile obua, fagot çalana aynı

parayı vermek istemedi. Kemanlar uzun uzun uğraşıyor, diğerleri arada bir

düttürüdüt çalıyor derdi.


Ottavio Gallo Türkiye’de en uzun kalandır. Bizim şan hocalığımızı yaptı. Hakiki

şan pedagoguydu. Şarkı söylemeyen, sesi olmayan bir adam Türkiye’de şan

dersleri verdi ve bizi yetiştirdi. En iyi yetiştirdiği kişi Erol Uras’tır. Ses döndürme

dediğimiz, sesin asaletini Ottavio Gallo’dan öğrendik. Opera müziğinin

kriterlerini Madam Gelenbevi’den öğrendik. Sahneyle şan derslerini, pedagogun

dürüstlüğünü, doğruluğunu Belkıs Aran’dan öğrendik. Harika hocaların öğrencisi

olan insanlar boş insan olmuyor. Bütün koristleri çalıştıran başkorrepetitör

Stefano’ydu. 70’li yıllarda operanın bir numaralı korrepetitörüydü.


Aydın Gün’ün reji asistanlığını yaptım. En çok da beni sevmiştir. Şakacı olduğum

için işi şakaya boğmuşumdur. En çabuk da ben terfi ettim. Kendime

vurdurmadım. 1983’e kadar… Aydın Gün çoktan gitti. Devam etseydi… Harika

bir rejisördü. Opera rejisörlüğü ve opera direktörlüğü Aydın Gün’den sonra

bitti. Altına imzamı atarım.


İdil Biret’ler Fazıl Say’lar yetiştirdik. Ama sanatsever, sanatı kollayan, el üstünde

tutan, dinleyen, gören, izleyen insan yetiştiremedik. Sahnede 180 kişilik

kadroyla opera oynuyoruz, seyirci geliyor 15 kişi. 1960 yılında sanatçı

yetiştireceğiz diye yola çıktık. Şimdi 2019 yılındayız… Aydın Gün başımızdan

gitti, o dönem kapandı.


O yıllarda, operacıların gazino maceraları da var, değil mi?


Gazinoda, Türk Sanat müziği çok sesli, Napoliten parçalar, benim aranje ettiğim

küçük müzik parçalarını pop orkestrası eşliğinde söyledim. Operadan pop

söyleyen ilk isim değilim. Doğan Onat’lar falan, onlarla beraber çıktık.


Aydın Gün destek verdi mi?


Vermedi. O zaman yoktu. Ankara’daydı herhalde.


Gazino işi Opera’da nasıl karşılandı?


Bileğine güvenen istifa ediyordu, bileğine güvenmeyen memur kalıyordu. Yaz

günleri çıktık, izinsiz çıktık. Tekrar Opera’ya dönmemiz gerektiğini, yoksa işten

çıkarılacağımızı söylediler. Ben korktum, tekrar Opera’ya döndüm. Dönmeyen

arkadaşlar vardı. İstifa ettiler ama bir sene sonra imtihansız girdiler. Bilseydim

ben de yapardım. Zengin olup girdiler. Çıktın mı bir daha geri dönemezsin,

imtihana gireceksin dediler. Çok da düşmanım var Opera’da, maşallah… Ama

Opera’da çok şey öğrendim. 76 ile 85 arasında 9 sene hem Opera’ya hem

konservatuara gittim. Kadrom operadaydı, konservatuara operanın izniyle

gidiyordum. Benim gibi çok kişi geldi. Türk Müziği Devlet Konservatuarı kurucu

listesinde görev aldım. Konservatuarın ilk öğretmenlerindenim. O yüzden

okulun öğretim kadrosundakileri çoğu benim öğrencim. Beni çok seviyorlar.

Hikâye bu.


1969 yılında gazetelerde Serdar Öztürk operaya geri döndü, haberleri var. Bu

tarih Aydın Gün’ün İstanbul’a dönüş tarihi. Onunla bir ilgisi var mı?

Hiç alakası yok. Bana yazı geldi: “Ya gazino ya Opera dediler”. Opera’da kaldım.

İzmir’e gittim geldim. Lunaparka çıkacaktık, çıkmadım. İyi mi ettim, kötü mü

ettim bilmiyorum. Bazen iyi etmişim diyorum, bazen ne aptalmışım, devam

etseymişim diyorum. Bırakamadım, güvenemedim. Memur çocuğu memur

olmak ister. Annemin de, eşimin de aksi tesiri oldu. Memur maaşı az veya çok

devam ediyor. Operayı bıraktığın zaman gazinoların devam edip etmeyeceği

belli değil. Nitekim gazinolar da kapandı…


****


Hulusi Öktem ile ilişkiniz oldu mu?


Hulusi Öktem’in son zamanlarında ondan da istifade ettim. En güzel şiirlerinde

tarihe mal olmuş İstiklal Savaşı’nın hatıraları vardır. Müzik hocalığı en baştadır.

Onun kitaplarındaki şarkılardan yararlandım. Benim için en büyük hocalardan

birisidir. Çok güzel eserleri vardır; çoğunu çoksesli olarak kendisi yapmıştır.

Muammer Sun ayarında diyemeyeceğim ama… Dışarıda tutulmuştur. Türk

Beşleri arasına almamışlardır onu. Bunlar uzun meseleler.


Türk Beşleri içinden favorinizi sorsam…


Türk Beşleri içerisinde favorim Adnan Saygun tabii. Türk müziğinden nefret

ederdi. Ben buna karşıyım. Ama Adnan Saygun bir misyondur, bir imzadır.

Number one’dır. Onun Köroğlu operasında Ayhan Baran’la oynadım. Subaşı

rolündeydim. O kadar zor bir operaydı ki, bir daha oynanmadı. Aydın Gün

sahneye koydu. Niyazi Tagizade orkestrayı yönetti. O zaman Aydın Gün’ün

asistanıydım. Bana, “Tagizade nerelere gidiyor, ne yapıyor, takip et” dedi. “Nasıl

takip edeceğim” dedim. “Her şeyini takip edeceksin” dedi. Takip ettim bir, iki

gün. Arkasında Rusya… Niyazi Tagizade Rusya’dan geldi, Politbüro üyesi. “Takip

edemeyeceğim” dedim. Başkasını da bulamayız deyip, Aydın Gün de vazgeçti.

Nereye gidiyor, ne yapıyor… Ama çok cesur bir adamdı. Köroğlu Operası’nı

yönetecek şef bulamadık, Rusya’dan Niyazi Tagizade’yi getirdik. İşte halimiz,

operanın hali bu. Çok güzel yönetti ama. Niyazi Tagizade gitti, bir daha Köroğlu

Operası’nı oynayamadık… Çok zordu, çok zordu… Ben Subaşı rolündeydim. Kılıç

oyununda, koronun kılıçları mukavvadan yapılmıştı. Solist Ayhan Baran’ın kılıcı

normal kılıç; demirden yapılmış. Solistin kılıcı yanlışlıkla koronun kılıçları arasına

konuyor. Uyanık bir korist de ön plana çıkmak için ben demir kılıcı alayım, diyor.

Ayhan Baran sahneye çıkacak, kılıcı yok. Bir tanesi çıkıp, karton kılıcı veriyor. O

kılıcın da oynarken yarısı gidiveriyor! Bu da geldi başımıza…


Yine politika diye kızacaksınız ama, sizin hikâyenizde hiç solcu yok mu?


23 Halk Türküsü’nü Ruhi Su yönetti. Biz plak stüdyosuna girerek, koro olarak

sesini verdik. Ruhi Su da çaldı. O plak çıktı, çok iyiydi. O plak için Ankara’dan

geldi. Beraber çalıştık. Çok güzel sesi vardı. Onunla beraber çalışmak, onun

yaptığı aranjmanları söylemek yine bana nasip oldu.


Ya Muammer Sun?


Muammer Sun’un güzel eserleri vardır. Onların bazılarını konserlerimde icra

ettim. 19 Mayıs, Atatürk parçaları güzel eserlerdi.


****


Bu arada, Opera’da neden çok düşmanınız vardı?


Gaziosmanpaşa’da ses ve müzik dersleri veriyordum. Taşlıtarla dediğimiz

gecekondu semtlerine müzik dersi vermeye gidiyordum. Serdar Öztürk

yetiştirmek istiyordum. Salaklık, ne yapalım. Ama oraya gittiğim yıllara

yanmıyorum. Oradan yetiştirdiğim öğrencilerim toplanmışlar beni yemeğe

götürdüler. Her biri 60 yaşındaydı. Çocuk sahibi olmuşlar. Bana bakıyorlar öyle.

Ne kadar tatlı şeyler. 30 sene sonra akılları başlarına geldi. Anlattıklarımı şimdi

hayat tarzı olarak görüyoruz… Çoksesli Türk müziği ve Türk Halk müziği dersleri

veriyordum.


Operada bu durum iyi karşılanmadı mı?


İyi karşılanmadı. Ama bana bir şey yapmadılar çünkü Aydın Gün gibi bir deha,

“En doğru işi yapıyorsun” dedi bana. İzin de verdi. Öğretmenliğine kimse laf

söyleyemez, dedi. Bunu övünerek söyleyebilirim. Böyle bir adamın asistanı

oldum. Ama az kaldım, iki sene falan.


Sanırım, tiyatrocularla da yakınlığınız oldu.


Levent Kırca ile Midas’ın Kulakları’nda beraber oynadık. Kendi kendini

harcayan, olağanüstü komedyen olan bir insan. Kendini bitirdi. Çok çabuk öldü.

Tiplemeleri harikaydı. “Sana bir şaka yapayım mı” dedi. Su döküyor kafamdan

aşağıya, hakiki su dökerse yandım, şarkı söyleyemem. “Sakın ha” dedim. O

başrolde, ben onu destekleyen karakter rollerden birindeydim. Kimler geldi,

kimler geçti… Sahne fazla ömür tutmuyor.


En son Enis Fosforoğlu öldü. Çok seviyorlardı operayı ama biz yapamıyoruz

diyorlardı. Çalışsalar yaparlardı. İbadet gibi tiyatroyu korudular. Kadıköy’de

büyük isim yaptılar, çok çile çektiler. Enis Fosforoğlu’nun yerine koyamazsın.

Artık ne Yıldız Kenterler ne şunlar ne bunlar… Ortalıkta yoklar…


Koro sizin için ne ifade ediyor?


Gökçen Koray beni çok sever ve takdir eder, ben de onu çok sever ve takdir

ederim. Opera korosu gibi bir koroyu yıllarca yönetti. Ve çoksesli bir koroyu bir

Türk olarak ön planda tuttu. Çoksesli koroya bağlandık hepimiz. Teksesli yok.

Atatürk çoksesli istedi. Avrupa’nın korosu, orkestrası gibi. Orkestra zaten

çokseslilik demek. Opera orkestrası çoksesli bir orkestradır. Yüzlerce koro

kuruluyor. Türk müziği koroları, berberler, eczacılar koroları var. Ama çoksesli

müzik koroları değil. Neden özel opera yok? Neden opera çoğalmıyor, eksiliyor?

Neden opera için bina yıkılıyor ve neden yenisi yapılırken o sırada ona güzel bir

sahne bulunmuyor? Bunlar üzücü şeyler… Opera, insanları yücelten, vizyonunu

arttıran, düşüncesini analiz ettiren, sentez yaptıran bir büyük sanat harikasıdır.

Bütün sanatların toplandığı yerdir…


(28 Haziran, 12 Temmuz 2019 tarihli görüşmelerin kayıtlarından seçilmiştir)

Yorumlar


bottom of page