DEVLET OPERA VE BALESİ'NDE (DOB) PEDOFİLİ GÖLGESİ VE İSLAMCI İKTİDAR: CAN OKAN OLAYI
- Melis Gönenç
- 7 Kas
- 50 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 8 Kas
İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) bünyesinde orkestra şefi olarak görev yapan Can Okan ile ilgili pedofili ve cinsel taciz suçlaması açıklığa kavuşturulmadan, çoklu koruma kalkaı güvencesiyle görevine devam ettiriliyor oluşu, ülkedeki etik yozlaşmanın DOB’a yansımış en yakıcı göstergelerinden biridir.

MELİS GÖNENÇ
NOT: Bu yazı 10 Ekim 2025 tarihinde, TKP’ye ait haber portalı soL Haber’e gönderildi. Konunun ideoloji, siyaset ve her türden parti çıkarı üzerinde olduğunu defalarca belirtmeme karşın, Can Okan’ın TKP’li oluşu nedeniyle, koruma refleksi devreye girdi, yazı yayımlanmadı.
10 gün sonra, pedofili ve cinsel taciz konusunu araştırmak üzere, İDOB’a bir bakanlık müfettişi geldi.
Aradan geçen süre zarfında, yazıya bazı yeni bilgiler ve TKP’nin tutumunun altında yatan tarihsel ve ideolojik nedenlere yönelik daha açıklayıcı veriler eklenerek, yayımlanıyor.
**************
soL Haber’de yer alan, DOB ile ilgili 14 yazılık dizinin 21 Eylül’de yayımlanmış, “Yaşam Ünitesine Bağlanmış DOB” başlıklı son bölümünde, İDOB’daki “etik yozlaşma”ya yönelik örnekler verirken, bunlardan birinin Can Okan olayı olduğunu, konunun ayrı bir yazıyı gerektirecek ölçüde ağır bir çürümeye işaret ettiğini belirtmiştik.
Gereğini yapalım;
Önce, hukuksal düzlemde, aşağı yukarı her gün duyar olduğumuz, dilimizdeki birkaç kavramı açmak gerekiyor.
Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddeleri, cinsel suçları tanımlar ve cezalandırırken, başlıca 6 suç başlığı kullanıyor: Cinsel istismar, nitelikli cinsel istismar, reşit olmayan ile cinsel ilişki, cinsel taciz, cinsel saldırı, nitelikli cinsel saldırı.
Bunlardan ilk üçü 18 yaşını doldurmamış, yani, “çocuk” kabul edilenler, son üçü ise 18 yaşını doldurmuş olanlar ile ilgili. Can Okan’a yönelik savlar 13 yaş ile lisans düzeyi aralığındaki kızları konu edindiğinden, her iki grubu da içeriyor.
Pedofili ise, “cinsel istismar, nitelikli cinsel istismar ve reşit olmayan ile cinsel ilişki” fiillerinin, birçok yabancı dildeki genel adıdır. İlgili kanuna göre, aralarındaki farklar şöyle:
Cinsel istismar: 3 cinsel davranış biçimi bu anlam alanının konusudur:
1) 15 yaşını tamamlamamış olan çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış.
2) Cinsel davranışın hukuksal anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş, 15 yaşını tamamlamış ama 18 yaşını tamamlamamış olan çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış.
3) Cinsel davranışın hukuksal anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmiş, 15 yaşını tamamlamış ama 18 yaşını tamamlamamış olan çocuklara karşı yalnızca zor kullanma, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı olarak gerçekleştirilen cinsel davranışlar.
Nitelikli cinsel istismar: Günlük dilde “tecavüz” sözcüğünün karşılığıdır.
Reşit olmayan ile cinsel ilişki: 15 yaşını tamamlamış olup da cinsel davranışın hukuksal anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmiş olan çocuklara karşı herhangi bir zor kullanma, tehdit vb. iradeyi engelleyen bir davranış mevcut olmaksızın, çocuğun rızasıyla gerçekleştirilen cinsel davranışlar. Bu durum “cinsel istismar” sayılmamakla birlikte yine suç kapsamındadır. Öncekilerden farkı, verilecek cezanın süresiyle ilgilidir.
Belirttiğimiz gibi, bunların üçü de “pedofili” kavramı içindedir ve suçtur. Çok önemli iki noktaya dikkat çekelim:
a) 15 yaşını doldurmamış bir çocuğun cinsel davranışa rızası olsa bile, bu, ceza sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Yani, bu konumdaki bir çocuğa hiçbir koşul ve biçimde cinsel davranışta bulunulamaz.
b) Rızası olan 15 yaşını doldurmuş ama 18’den küçük çocuklarda, söz konusu rıza, iradeyi etkileyen bir nedene bağlı olmamalıdır. Bu nedenler her zaman zor kullanmak, açık tehdit, hile olmayabilir. Örneğin, çocuğun eğitim yaşamı ve sonrası konusunda belirleyici konumda olan bir öğretmenin, o çocuğun iradesini etkileme kapasite ve olanakları çok fazladır.
Diğer 3 kavram ise 18 yaşından büyük olup, rızası olmadığı halde cinsel davranışa maruz kalmış kişilerle ilgilidir:
Cinsel taciz: Kişinin bedenine temas etmeden gerçekleştirilen her türlü cinsel davranıştır.
Cinsel saldırı: Tecavüz dışında, kişinin bedenine temas edilerek gerçekleştirilen her türlü cinsel davranıştır.
Nitelikli cinsel saldırı: Tecavüzdür.
Sosyal medyada yer alan savlar doğruysa, Can Okan pedofiliden nitelikli cinsel saldırıya değin geniş bir yelpazenin öznesidir.
Sosyal medyaya yansıyanlardan birkaçını olduğu gibi verelim:
Tanıklık 1:

Tanıklık 2:

Tanıklık 3:

Tanıklık 4:

Tanıklık: 5

Bizim konumuz, doğal olarak, hukuksal kapsamın dışında, doğrudan “etik yozlaşma” olgusu, yani, yasal değil de, toplumsal boyutu içeriyor. Olayın DOB özelinde, kurumsal işleyiş ve saygınlıkla, kamuoyu nezdinde yaratacağı etki bağlamındaki sonuçlarına yönelik. Tabii, her zaman olduğu gibi, siyasal arka planıyla.
Can Okan olayı patlıyor
Doçent unvanlı Can Okan, 2023 yılında, en sonuncusu Müzik Bölümü Bestecilik ve Orkestra Şefliği Ana Sanat Dalı olmak üzere, 10 yıldır birden fazla bölümünde ders verdiği Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) İstanbul Devlet Konservatuarı’ndan apar topar ayrılır. Devlet memuru olan Okan’ın başka bir kamu yüksek sanat kurumuna geçmeyip, doğrudan memuriyeti bırakması oldukça tuhaftır. Ne yabancı bir ülkeye yerleşme planı vardır, ne özel sektörde çok daha iyi olanakları olan bir iş bulmuştur, ne de üniversite ve konservatuar yönetimiyle sorunu vardır. Tam tersine, ablası Sungu Okan’ın da öğretim kadrosunda bulunduğu kurumda yeri çok sağlam olduğu gibi, Saray’ın gülü MSGSÜ Rektörü Handan İnci’nin de gözdelerindendir. İnci, 2019 yılı sonunda, dönemin DOB Genel Müdürü Murat Karahan’ın, Okan’ı DOB’a alma girişimine hiç sıcak bakmamış, gerekli randevuları bile vermemiştir.
O halde?
Yüksek sanat koridorlarındaki fısıltılar, okul içinde pedofili ve cinsel taciz şikâyetinin soruşturma konusu yapılacak düzeyi yakalaması ardından, istifa etmesi ve konunun bu yolla üzerinin örtüleceği yolunda telkinde bulunulduğu yönündedir. Nitekim Okan alelacele istifa edecek, 2025 yılı Ocak’ında İDOB’a alınana kadar herhangi bir kamu kurumunda görev yapmayacak, bu sırada kendisine konserler yönettirilip, hakkında övgü yazıları kaleme aldırılarak, hiçbir sorun yokmuş izlenimi yaratılacaktır. Aynı dönemde, Maltepe Üniversitesi Konservatuarı’nda ders vermesinin sağlanmasıysa, suçlamaların kaynağı olan “pedagojik ilişkiyi istismar etme” konusunda “temiz” olduğu izlenimi yaratacaktır. Konu, basın veya sosyal medyaya sızmadığı için, kısa sürede unutulacak, 1309 sayılı yasanın 8. maddesine dayanarak açtığı dava elbette olumlu sonuçlanıp, İDOB’a yerleşmesi sağlanınca, geride kalan küller toprağa gömülerek, bütün izler silinecektir.
Tipik Şark usulü bu hesap tıkır tıkır işlerken, 28 Ağustos 2025 tarihinde, beklenmedik bir deprem yaşanır: Instagram hesabının birinde, klasik müzik dünyasındaki cinsel taciz olaylarına yönelik ifşaat salvosu başlar. Ardından diğer bazı hesaplarda da. Ayrıntılı bilgilerin yer aldığı suçlamalarda başrol Can Okan’a ayrılmış gibidir. Yazılanların yenir yutulur tarafı yoktur. 13 yaşında, kendisine hayranlık besleyen bir kıza tecavüzden, kız öğrencilerine yaptığı akıl almaz cinsel önerilere kadar… Doğrudan tanıkların ağzından.
Klasik müzik dünyasının tanınmış diğer bazı adlarıyla ilgili de ağır suçlamalar dile getirilmiştir.
Harekete ilk geçen Borusan Sanat olur. Müdür Aydın Dorsay imzalı yazıyı dikkatinize sunalım:


Onun da adı tacizciler listesinde: Bülent Evcil.
Bülent Evcil ile beraber, Sezai Kocabıyık (obua) ve Çağ Erçağ’ın (viyolonsel) da orkestrayla ilişkisi kesilmiştir. Bakalım, Borusan Sanat, takdir edilmesi gereken bu duyarlılığını Can Okan dosyasına da taşıyacak mı?
Can Okan ile ilgili savlar, İDOB’da, Müdür Opet Caner’e rağmen, sanatçılar arasında haklı bir tepkiye yol açarken, Okan’ın ders verdiği Maltepe Üniversitesi bünyesinde de rahatsızlık doğurmuştur. Nitekim Rektörlük, kısa bir süre sonra, Can Okan’ın konservatuar ile ilişkisini kesme kararı alır.
Kıskaç daralmaya başlamıştır. Paniğe kapılan Okan ardı ardına şu iki sosyal medya paylaşımını yapar:


Peki, Can Okan ile ilgili dile getirilen savlar doğru mudur?
Yukarıda yer alan açıklamasında, “yalan, iftira, kahrolası şerefsizler” falan biçiminde sümkürmesi doğal olmakla birlikte, soruya gerçekçi ve tatminkâr bir yanıt oluşturmuyor. Bu yönde ciddi bir çabası da görünmüyor. Sözünü ettiği “adli ve idari başvurular” tehditli tepkisel söyleminin ötesinde, şikâyet/suçlama konusuyla ilgili hiçbir somut, elle tutulur mantıksal neden ortaya koymuyor.
Yoksa her durumda zaten korunacağı güvencesi verilmiş de, işi zamana yayıp, çürütmek mi amaçlanıyor?
Can Okan korunup kollanıyor mu?
Bir kamu kurumunda, kamu görevlisi olarak çalışan kişiyle ilgili cinsel içerikli şikâyet/suçlama söz konusu olduğunda ne yapılır?
Şikâyet savcılığa yapıldıysa, soruşturma sürecinin aktörü savcılıktır. Her işi o üstlenir. Savcılığın, pedofili konusunda, basın ya da sosyal medya ortamına düşen bilgileri suç duyurusu kabul edip, resen soruşturma yetkisi de vardır. Ancak şikâyet kurum duvarlarından dışarı sızmadıysa, bu durumda, ilgili kurum, yönetmeliği çerçevesinde, yetkili kurulu eliyle soruşturma yürütür. Şikâyetin niteliği savcılığı ilgilendiren ölçüde ağırlık taşıyorsa, savcılık devreye sokulur. Yoksa kurum içi yaptırımlar uygulanır.
2023 ilkbaharında, MSGSÜ’de, öğrencilerin şikâyeti üzerine, Can Okan’ın derslere devamsızlığı, dersleri işleyiş ve uygulaması, öğrencilere karşı tutumuyla ilgili olarak bir soruşturma komisyonu kuruluyor. Şikâyet konuları arasında, ilk başta, pedofili ve cinsel taciz ile ilgili hiçbir başlık yok. Komisyon şikâyetçi öğrencileri dinlerken, bazı kız öğrenciler cinsel istismar ve tacize de maruz kaldıklarını, bazılarıysa, maruz kalan kız arkadaşlarının durumuna tanık olduklarını ifade ediyorlar. İşin rengi değişmeye başlıyor.
Soruşturma komisyonu, 5-15 Mayıs 2023 arasında tarafları dinledikten sonra, Can Okan’a, şikâyet konusu olan devamsızlığı, dersleri işleyiş biçimi ve öğrencilere karşı tutumu nedeniyle, en üst sınırdan ceza veriyor. 20 Haziran 2023 tarihli raporunda, ayrıca, pedofili ve cinsel taciz savlarıyla ilgili derhal yeni bir soruşturma açılmasıyla, eğitim ilişkisi içinde, Can Okan’dan zarar görme olasılığı bulunan kız öğrencilerin korunmasıyla ilgili önlemlerin ivedilikle alınmasına yer veriyor. Rapor, 4 Temmuz 2023’te Konservatuar Yönetim Kurulu tarafından onaylanıp, 7 Temmuz’da Rektörlüğe sunuluyor. Bu tarihten üç gün sonra, 10 Temmuz’da, Can Okan istifa dilekçesini veriyor. İleri sürülen savlar arasında, bizzat Rektör Handan İnci’nin Okan’a ayrılmasını önerdiği, bu yolla dosyanın kapatılacağı güvencesini vermiş olduğu da var. Nitekim olay aynen bu biçimde sonlanıyor.
Böylece;
1) İlk koruma kalkanını MSGSÜ Rektörlüğü sağlıyor:
a) “Mademki pedofili ve cinsel taciz şikâyetine konu olan kişi okuldan ayrıldı, o halde soruşturma da konusuz kaldı” denilerek, kız öğrencilerin tanıklıklarının derlenmesinden vazgeçiliyor. Yani, o komisyon faaliyete geçirilmiyor.
b) Konunun hassasiyeti dikkate alınarak, bakanlık ve/veya savcılık düzeyinde bilgilendirme yapılmasına gerek görülmüyor.
c) Konuyu, basından sosyal medyaya kadar, kamuoyuna yansıtma tehlikesi barındıran hiçbir platforma sızdırmamak için çaba gösteriliyor.
d) Rektör Handan İnci, Konservatuar Yönetim Kurulu’nun onaylayıp, müdürlük tarafından kendisine gönderilen soruşturma raporunu, Can Okan’ın özlük dosyasına koydurmuyor. Nitekim, aşağıda değinileceği üzere, iki yıl sonra, pedofili ve cinsel taciz konusunu soruşturmak üzere görevlendirilecek olan müfettişe, MSGSÜ Rektörlüğü, önce Can Okan’ın özlük dosyasında herhangi bir disiplin soruşturma ve cezası bulunmadığını resmi olarak bildirecek, ancak kısa bir süre sonra, müfettişin elinde tersini kanıtlayan belgeler olduğu anlaşılınca, paniğe kapılıp, önceki yazının “sehven” gönderildiğini belirten ayrı bir resmi yazı iletecektir.
İyi de, esas kız öğrencilerin ağızları nasıl büzülecek? Hele bu çağda; ellerdeki, ceplerdeki dijital olanaklar göz önüne alındığında.
Yanıtı hiç zor değil:
Konservatuar görece az kişinin eğitim gördüğü bir yüksek sanat meslek okulu. Burada okuyan öğrencilerin okul sonrası müzik kariyerlerine devam edebilmelerinin olanakları, sanılandan çok daha sınırlı. Ya yüksek sanat kamu kurumlarına girecekler, ya da okulda kalacaklar. Her ikisi için de kadro az, talep çok. Üstelik müthiş torpil dönüyor. Piyasada iş yapmak ise hiç kolay olmadığı gibi, genellikle yüksek sanat kamu kurumlarındaki bazı etkili isimlerin simsarlığına bağlanmış durumda. Yanı sıra, yüksek sanat kurumlarındaki yönetici/sanatçılar ile konservatuar eğitmen kadroları arasındaki geçişkenlik ileri boyutta. Kısacası, gıkını çıkaran öğrencinin, hele bir de Can Okan gibi bol destek, cömert meşruluk bahşişiyle şımartılmış birini, ciddi sonuçları olabilecek bir konuda şikâyete kalkması, mesleki geleceğini tehlikeye atması anlamı taşıyor. Buna, Türk aile yapısı ve yaslandığı tutucu kültürü eklediğinizde, kız öğrencilerin ağızlarının dikili kalacağını öngörmek zor olmasa gerek.
Nitekim hiçbir kız öğrenci, altına adının yazılmasını kabul ederek bu yönde ifade vermek istemeyecektir.
Rektör Handan İnci’nin stratejisi doğrulanmıştır.
2) İkinci koruma kalkanı, Semiha Berksoy Opera Vakfı’ndan geliyor. 10 yıldır verilen ödüller arasında hiç yer almamış olan bir kategori, nedense, 2023 yılında ekleniyor: “En İyi Opera Orkestra Şefi”. Ödül, Can Okan’a veriliyor. İşin tuhafı, izleyen iki yılda bu kategoriden bir daha söz edilmiyor. Adrese teslim ödül gibi.
Seçici kurul, Gürer Aykal, Zeliha Berksoy, Remzi Buharalı, Aytül Büyüksaraç, Ayşe Sezerman, Cem Şenler, Erdoğan Davran ve Serdar Ongurlar’dan oluşuyor. Karar oybirliğiyle alınıyor.
Gürer Aykal, nam-ı diğer Vale Gürer adına dikkat. Birazdan geleceğiz.
Şaşırtıcı bir karar; Can Okan ilk kez 2017’nin Ocak ayında opera yönetiyor (İDOB-The Rake’s Progress/Hovardanın Sonu). Ardından, aynı yıl, yine İDOB’da, The Turn of the Screw/ Kötülüğün Döngüsü, 2018’de yine İDOB’da Falstaff, 2019’da ise ADOB’da Aida. Bu kadar. Yani, 2017 Ocak’ından, 2023 Mayıs’ına kadarki altı buçuk yıl içinde yalnızca 4 opera yönetmiş.
Can Okan çok seviniyor:
“Semiha Berksoy Opera Vakfı tarafından, 2023 yılında, orkestra şefliği alanında ödüle (En İyi Opera Orkestra Şefi) lâyık görüldüm. Yaşamımda ilk kez, müzik için gösterdiğim gayretler, ortaya koyduğum emekler, söz konusu anlamlı ödül aracılığıyla teşvik edildi.”
Doğal bir sevinç. Ancak hemen sonra yazdıkları, bu ödülü, kendisine yönelik operasyona adeta bir yanıt olarak algılayıp, başkalarının da böyle algılaması gerektiğini, bu yolla edindiği temiz kâğıdının, kendisini akladığı inancına sahip olduğunu gösteriyor:

O kadar büyük bir panik içinde ki, kulis bilgilerine sahip olmayan birinin, bu uzun metnin ne anlama geldiğini asla çözemeyeceğinin farkında bile değil.
Demek istiyor ki, “Ben yetenekli biriyim. Bendeki yeteneğe sahip olmayanlar beni kıskanıyor, yok olmamı istiyorlar. Bu nedenle, bana karşı büyük kin ve nefret besliyorlar. İnsanlık seviyeleri düşük, kötü ruhlu kişiler. Hakkımda pedofili, cinsel taciz dedikodularını çıkaranlar bunlar.”
Bu arada, denize düşen misali, ne tür cibilliyete sahip olduğu iyi bilinen kişilerden destek arıyor oluşu da ilginç bir ayrıntı sayılmalı:
“[Ödül törenini kast ederek] Dünkü özel akşamdan çeşitli anları keyifle paylaşıyorum. Üçüncü fotoğrafta, bizi varlığıyla onurlandıran Prof. Dr. İlber Ortaylı yer alıyor.” (Şendağ Gökçe, “Semiha Berksoy Opera Vakfı Ödülleri Sahiplerini Buldu”. epochtimestr.com)
3) Üçüncü koruma kalkanı İKSV patentli. 1-17 Haziran 2023 tarihleri arasında düzenlenen 51. İstanbul Müzik Festivali kapsamında, 10 Haziran günü, İKSV Alt Kat’ın işbirliğiyle düzenlenmiş olan, “Ioanna Kuçuradi’yle Ahlak, Etik ve İnsan Hakları” başlıklı felsefe söyleşisine, “Schopenhauer’e Göre Etik: İstemeden Bağımsızlaşmak” başlıklı sunum yapması için davet ediliyor.
Okan’ın müzikal kimliği dışında, onu harbiden “entelektüel” imgeyle güçlendirip, Kuçuradi’yle aynı masaya oturtmak çabası, MSGSÜ’den ayrıldıktan sonra, Kuçuradi’nin okulu Maltepe Üniversitesi’ne geçmesine kadar uzanacaktır.
Tabii, “ahlak, etik, insan hakları” temalı bir toplantıya, üzerine pedofili ve cinsel taciz gölgesi düşmüş birini, üstelik konuşmacı olarak çağırmanın kara mizah yönüne ayrıca dikkat çekmeli.
Hayran olduğu Schopenhauer’e gelince; o sırada, MGSÜ Felsefe Bölümü’nde hazırlamakta olduğu yüksek lisans tezinin konusu. Ona geleceğiz.
İKSV, Okan’a, 17 Haziran’da, Michael Ellison’un, Yaşar Kemal’in aynı adlı romanından yola çıkan, Binboğalar Efsanesi bozlak operasının da dünya prömiyerini yaptıracaktır.
4) Dördüncü koruma kalkanı Borusan Filarmoni’den. 12 Ekim 2023’teki sezon açılış konserinin şefi Can Okan olacaktır. Ancak bu seçimde Majestelerinin Muhalifi Fazıl Say’ın baskın rolü olduğu düşünülebilir; program, Say’ın 6. Senfonisi’nin dünya prömiyerini içermektedir. Bu, Say’ın Okan ile ilk birlikteliği değildir. O, Say’ın yeni gözdesidir. Nitekim birkaç ay önce, 23 Nisan’da, Say’ın 100. Yıl Marşı’nın bageti yine o olmuştur.

Fazıl Say’ın desteği ve aracılığı bazı kapıların açılmasında etkin rol oynar.
5) Beşinci koruma kalkanı Kadıköy Belediyesi’nden geliyor. 2016’dan bu yana, Süreyya Operası çatısı altında düzenlenen, gençleri besteciliğe özendirmeye yönelik, anlamlı ve yararlı Ulusal Beste Yarışması’nın 2023 yılındaki seçici kuruluna Can Okan’ın da dahil edilmesine karar veriliyor. 4 Aralık’ta belirlenecek başarılı yapıtları, Cihat Aşkın, Oğuzhan Balcı, Turgay Erdener, Oğuzhan Kavruk, Özkan Manav, Hasan Uçarsu ve Can Okan belirleyecekler. Seçici kurul üyeliğini önce kabul etmiş olan Can Okan, pedofili ve cinsel taciz söylentilerinin yayılıp, okuldan ayrılmak durumunda kalması üzerine, aralarında MSGSÜ’nin ağır toplarının da bulunduğu o masaya oturmaktan kaçınıyor. Seçici kurul bir eksikle karar veriyor.
6) Altıncı koruma kalkanı, Sanattan Yansımalar adlı internet sitesinin sahibi aliyyülâlâ tacir Şefik Kahramankaptan imzalı. Sitesinde yer alan 26 Aralık 2023 tarihli, “2023’ten Aklımda Kalanlar…” başlıklı yazısında, Can Okan’ı deliksiz övdükten sonra, şunları ekliyor:
“Okan'a talebin 2024-25 sezonunda da devam edeceğini sanıyorum. Ama bir başka ihtimal daha var. Müzik âleminde sıkça görüldüğü üzere bakalım “meyveli ağacı taşlama” operasyonu başlayacak mı? Okan'a karşı bazı komplolar kurulacak mı?”
Klasik müzik çevrelerinde kulaktan kulağa hızla yayılan “Can Okan olayı” kabuk bağlamaya henüz yüz bile tutmamışken, birdenbire, “meyveli ağacı taşlama, komplo kurma” söylemi ve orkestraların ona yönelik talebinin artarak devam etmesi gereğine işaret edişinin, koruma refleksinin açık göstergesi olmadığına inanmak kolay mı?
Elbette, bu düzenek içinde yer alan herkesin, bilinçli bir biçimde, pedofili ve cinsel taciz savlarını kulak arkası edip, Can Okan’ı koruduğunu söylemek haksızlık olur. Yine de, en azından 2023 ilkbaharından itibaren, bu söylentilerin klasik müzik dünyasının genişçe bir kesimine yayılmış olduğunu anımsatalım. Ancak şu kesindir: Bilinçli ya da bilinçsiz, dolaylı ya da dolaysız verilen bu destek, çok ağır bir etik sorunun üzerini örterek, Can Okan’ın dokunulmazlık mazbatası edinip, iyice yüzsüzleşmesine yol açacaktır.
2024’te, Can Okan hem Maltepe Üniversitesi Konservatuarı’nda ders vermekte, hem İDOB’a girmek için başlattığı yasal sürecin tamamlanmasını beklemekte, hem de ülke içinde bol bol konser yönetmektedir. Her konser, meşruluğunu biraz daha arttırmakta, pedofili ve cinsel taciz dosyası her defasında daha üst raflara atılmaktadır.
Sayabildiğimiz kadarıyla, 2 CSO (5 Ocak 2024- F. Say’ın 5. Senfonisi’nin Türkiye prömiyeri), 2 İDSO, 2 Bilkent, 2 Eskişehir BB, 2 Çukurova DSO, İzmir DSO, Bursa Bölge DSO, CRR Senfoni Orkestrası, Yaşar Üniversitesi Senfoni Orkestrası, Muğla BB Senfoni Orkestrası… Yanı sıra birkaç piyano resitali: CSO Ada (8 Ocak, 11 Mart 2024), Avusturya Kültür Ofisi (23 Mayıs 2024). Yurt dışında, 2024 Mart’ında, Romanya’nın Sibiu kentinde, Eylül’de ise Yunanistan’ın Halki adasında Dimitris Kremastinos Festivali’nde orkestra yönetir. Ağustos 2024’te, Almanya’nın Koblenz kentinde, “Batı-Doğu Divanı” temasıyla düzenlenen müzik festivalinde, Flamenko dansçısı Bettina Castana’ya piyanoda eşlik eder. Bu festivale Fazıl Say’ın aracılığıyla katılmış olması yüksek olasılıktır çünkü aynı yerde Say, “4 Şehir”ini seslendirecektir. Türk- Macar ilişkilerinin 100. yılı nedeniyle, Türkiye-Macaristan karşılıklı kültür yılı çerçevesinde, Eylül ayında ise Budapeşte’de piyano resitali verir.

Abla ve kardeş, CRR’nin arşivini birlikte düzenleyecekler.
2024 Kasım’ına gelindiğinde, Okan’ın başına adeta devlet kuşu konar. İBB Kültür Dairesi Başkanlığı çok yerinde bir kararla, Cemal Reşit Rey’e ait arşiv malzemesinin toplanıp, tasnif edildikten sonra, dijitalleştirilmesi projesini yaşama geçirir. İlginç biçimde, bu işin başına koordinatör olarak, Can Okan’ın ablası Sungu Okan getirilir. Tabii, o da hemen kardeşini yanına alarak, medyada gerekli PR’ı yaptırır. Eğitmenlik, felsefi entelektüellik, piyanistlik, şeflik yanına bir de arşivcilik eklenir. Geriye yalnızca siyasal kimlik kalmıştır. Okan onu da Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile ilişki kurarak edinecektir. Görünüşte fantastik sayılması gereken bu öyküyü birazdan ele alacağız.
Ve mutlu son: 2025 Ocak’ında İDOB’a yerleştirilir. Yeniden devlet memuriyeti güvencesine kavuşmuş, pedofili, cinsel taciz söylentilerinin dumanı kaybolmuş, “dünya çapında müthiş yetenek” olduğu yüksek sesle haykırılarak, etik ve ahlak abidesi olarak podyumda yerini alması sağlanmıştır.
Her şey çok güzeldir.
Ta ki 28 Ağustos 2025 tarihinde, söndüğü ve küllerinin rüzgârda çoktan dağıldığı varsayılan ateşin birden bire harlanmasına kadar.
Hakkında pedofili ve cinsel taciz suçlaması olan biri neden korunur?
Can Okan pedofili ve cinsel taciz suçlarını işlemiş midir?
Belki evet, belki de hayır.
Bunu anlamanın yolu zor değil ki. Ciddi bir soruşturma yaptığınızda, kolayca sonuca ulaşabilirsiniz. Ama o soruşturmayı yapma niyetiniz yoksa, üstelik olayın üzerini bir an önce kapatmak için telaşlı bir çaba gösteriyorsanız, çekindiğiniz bir şey var demektir.
İşte, bizim koyduğumuz bemol yalnızca buraya.
Peki, ciddi, kapsamlı ve layıkıyla yapılacak bir soruşturma sonuçlanana kadar, kamu kurumu görevlisi Can Okan’ın bütün görevleri itibariyle açığa alınması gerekirken, hiçbir şey olmamış gibi yola devam ediliyor oluşunun nedenleri neler olabilir?
1) Pedofili ve cinsel taciz, yasalarınızda suç kabul edilmekle beraber, toplumsal kültürünüzde çok ağır bir etik sorun sayılmıyor, hatta belirli bir meşruluk içeriyordur. Bu durumda, konunun “kırmızı çizgi” niteliği kazanamayacağı açıktır.
Unutulmamalı ki, bu ülkede bir “çocuk gelin” sorunu vardır ve daha 2018’de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi sitesinde, İslam’da nikâh tanımı yapılırken, 9 yaşında kız çocuğunun evlenebileceği ileri sürülmüş, gelen tepkiler üzerine ilgili bölüm apar topar silinmiştir. İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in, 6 yaşındaki kızını, 29 yaşındaki müridiyle imam nikâhı kıyarak evlendirmesiyle ilgili dava 1924 değil, 2024 tarihini taşıyor.
Bu ülkede bu işin çapı ve derinliği sanıldığından fazladır.
2) Dile getirilen savların, yaşamın doğal akışına aykırı olup, hiçbir maddi temele oturamayacak ölçüde gerçek dışılığının kanıtlanmış oluşu söz konusudur.
3) Ortada, pedofili ve cinsel tacizi hem yasal, hem de etik açıdan “göreli”, yani, kabul edilebilir ya da görmezden gelinebilir duruma sokan, çok yüksek bir kamu yararı vardır. Bunun meşruluğu, yasal ve etik alanda açılan gediği kapatabilecek nitelikte sayılmaktadır.
4) Okan’ın, siyasal otoritenin geniş anlamdaki kültürel yaklaşım ve normlarına uygun bir kimlik taşıyor oluşu, her kademede oluşması gereken tepkiyi yakıtsız bırakıyordur.
Can Okan olayı bu 4 seçenekten hangisine yerleşiyor da, hakkındaki şikâyet ve suçlamalar görmezden geliniyor?
“Konservatuar eğitiminde öğretmen-öğrenci ilişkisinin niteliği ve biçimi farklıdır. Böyle şeyler her zaman olur. Önemsememek, abartmamak gerekir” mi demeli?
Yoksa;
“Bu çocuk çok yetenekli, rakiplerinin kıskançlık krizlerinin kaynağı; kız öğrencileri ayartıp, onun hakkında ipe sapa gelmez suçlamalar yaptırıyorlar” mı?
Veya;
“O bir müzik dehası; bu ülkenin büyük şansı. Bilgili, akıllı, uluslararası ölçekte bir yetenek. Böylesi bize pek nasip olmaz. Yapıtı ezberden çaldıran kaç şefimiz var? Orkestralarımızın, Operamızın durumu ortada. Ufak bir kusuru sineye çekmenin kime ne zararı olur ki!” mi?
Ya da Can Okan, İslamcıların kolayca eklemlendiği neoliberal kültür ve zihniyetin tipik bir temsilcisi olarak, aynı kolaylıkla elde ettiği meşruluk zemininin doğal koruması altında mı?
Bu sorulara yanıt bulabilmek için, Okan’ın kim olduğu, ne tür bir müzikal ve siyasal kimliğe sahip bulunduğunu bilmek gerekiyor.
Deneyelim.
Ortaya karışık bir kimlik: Maestro Can Okan
İslamcıların da parçası oldukları neoliberal kültürün en önemli özelliği, ortodoks algı ve anlam alanlarından uzak durup, bunların tarihsel derinlik ve meşruluklarını tartışılır kılmaktır. Değişik ad, kavram ve tanımlamalar ile ambalajlanan bu heterodoks yaklaşımın özünde, “disiplinlerarası” denilen ucubenin, sanatsal değer hiyerarşisini düzleme çabası yer alıyor. Müzik ve dans türlerinin geçişken kılınma, ontolojik uzlaşmazlık taşıyan düşünce ve anlam koridorlarının iç içe geçirilme uğraşları, özellikle bizimki gibi entelektüel bilgi ve görgü düzeyi düşük ülkelerde ciddi yıkıma yol açıyor.
İşte, 80’li yıllarda doğmuş olan kuşağın kültürel kimliğini, sözünü ettiğimiz bu heterodoks, yani, ortaya karışık, eklektik model temellendiriyor. 80’lerin sonuna doğru ağırlığı duyumsanmaya başlayıp, 90’lardan itibaren giderek artan bir hızla her alana egemen olacak neoliberal kültür normları, sözü edilen kuşağın kültür-sanat koordinatlarını da belirleyecektir. Siyasal açıdan meşru, sanatsal açıdan trajik, yer yer de grotesk denebilecek bu kuşağın üyelerinden birçoğu, artık ülkenin kültür ve sanatının komuta merkezlerine, yönlendirici konumlara gelmeye başladı. Tarihsel açıdan değerlendirildiğinde, tamamı İslamcı makinenin dişlileri işlevini görüyor. Birbirlerine çok benziyorlar. Post ve para kavgaları dışında, başka bir rekabet alanları yok.
Bunlardan birinin adı, Can Okan.
1986 İstanbul doğumlu. Bir yaşındayken, klasik müzik meraklısı mimar baba trafik kazasında yaşamını yitiriyor. Okan’ı iki kadın büyütüyor: Baskın kişilikli, cevval anne Nur Okan ve kendisinden 9 yaş büyük, pragmatizmi yaşam felsefesi benimseyecek olan abla Sungu Okan. Bu iki kadın, bugüne kadar, yaşamının bütün önemli dönemeçlerinde belirleyici rolde olacaklardır.
Anne çok sağlamcı; oğlunun müziğe eğiliminin maddi bir altyapısı olup olmadığını belirleyebilmek için, küçük Can’ı 5 yaşındayken Elşad Bagirov’a götürüp, kulak denetimi yaptırıyor. Bagirov, “Absolut kulağı var” deyince, rahatlıyor ve Meliha Doğuduyal’dan özel piyano dersi aldırmaya başlıyor. Can Okan piyano eğitimine başladığı yaşı bazı yerlerde 6 (Andante, Ocak 2016, sayı: 111 ve meneksetokyay.com, 4 Mayıs 2021), resmi CV’si dahil, başka yerlerde 8 olarak belirtiyor.
Müzikal kimlik edinimi açısından ilk büyük şanssızlık, neoliberal kimlik edinimi açısından ise ilk büyük şans burada; Meliha Doğuduyal tam bir postmodernci. Neoliberal “disiplinlerarasıcılık”ın koşulsuz militanı. Küçük Can müzikal kimlik oluşturma sürecinin daha ilk adımında, tonal dünyanın tarihsel anlam ve derinliğine yüzeysel bakan, yığma estetik duyarlıklı, eklektik bir kimliğin meşruluk alanına giriyor:
“Sadece piyano dersi almazdım, çok daha geniş kapsamlı bir çalışmaydı… Bartok’un müziğiyle Doğuduyal’ın evinde tanıştım. Mikrokosmos bana çok heyecan vermişti. Modern müziğin dünyasına böyle girdim. Kulağımın çok erken yaşta modern müziğe açılmasını Doğuduyal’a borçluyum.” (Andante, sayı: 111)
Bartók’un Mikrokosmos’undan söz etmeye gerek yok; disonans ağırlıklı, caz esinli (Beşliler çemberi) “modern” müzik. Üstelik piyano eğitimi için.
Can Okan, “modern/atonal/deneysel” alandan bir daha çıkamayacak, İdil Biret’in desteğine karşın, müzikal kimliksiz biri olarak bugünlere gelecektir. Çok istediği halde, güçlü bir piyanist kariyeri yapamayışında, virtüöz kumaşının eksikliği yanında, müzikal kimlik derinliğine sahip olamayışının da rolüne dikkat çekmek gerekir.
Meliha Doğuduyal 1996’da Hollanda’ya yerleşmeye karar verir. Can Okan’ı MSGSÜ İstanbul Devlet Konservatuarı piyano hocalarından Metin Ülkü’ye emanet eder. 1997’den itibaren, Can Okan artık bu okulun öğrencisidir.
Müzikal kimlik edinimi açısından ikinci büyük şanssızlık, neoliberal kimlik edinimi açısından ise ikinci büyük şans bu adrestedir; Metin Ülkü ciddi, ilgili bir eğitmen olmasına karşın, tıpkı Meliha Doğuduyal gibi “çağdaş”çıdır. Nitekim 2021’de, Meliha Doğuduyal’ın çılgınlıklarının solo piyano kaydını yapacaktır. Okan, hiçbir estetik ve müzikal algı kırılması olmadan, Meliha Hanım’dan Metin Bey’e yumuşak geçiş yapmıştır:
“Daha sonra konservatuarda çalıştığım Metin Ülkü de benim için biçilmiş kaftan gibiydi… Ne biliyorsam ona borçluyum.” (a.g.y.)
1998’de, jürisinde hocası Metin Ülkü’nün olduğu Edirne Rotary Kulübü’nün, “Yılın Genç Müzisyeni” ikincilik, bir yıl sonra da birincilik ödülünü alır.
6 yıl boyunca, lise sona kadar, Metin Ülkü’nün öğrencisi olacaktır. Liseyi bitirdiğinde artık tam bir “çağdaş” müzikçidir. Doğal olarak, cazla tanışma zamanı gelmiştir:
“[2002-2003 öğretim yılında] Üniversitenin [Konservatuarın lisansa denk gelen yüksek bölümünü kastediyor] birinci yılında cazla tanıştım. Nardis kulübündeki konserlerin dinleyicisi oldum. Rock dinlemeye başladım… Nardis’te Burak Bedikyan, Selçuk Sun gibi çok önemli, müziğe geniş perspektiften bakan cazcılarla tanıştım, sohbetlerinden etkilendim.” (a.g.y.)
Bir yıl sonra, lisans 2. sınıf öğrencisiyken, Teori-Kompozisyon Bölümü’nün lise derecesinden mezun olur. Konservatuarın bu bölümü, “çağdaş”çıların egemenliği altındadır. Nitekim aynı yıl içinde, Özkan Manav’ın Bölüm 4’ünü, Mehmet Ali Uzunselvi’nin Tarık Günersel’den Dizeler’ini piyanoda seslendirecektir. İlk solo piyano resitalini 1 Şubat 2005’te, İtalyan Kültür Merkezi’nde verir; konservatuarın ağır toplarından, “çağdaş”çı Mehmet Nemutlu’nun, Dört Levha İki Şerit’inin ilk seslendirilişini yapar. Bu kayıt, 2007’de, Kalan Müzik’ten CD olarak çıkacaktır.
Çok akıllıca ilerlemektedir. “Çağdaş” müzik yandaşlığı, hem angajman derinliğinden ürken kişiliğine çok uygundur, hem de bu Konservatuar’ın ruhunu yansıtan, İlhan Usmanbaş’ın civcivleri Özkan Manav, Mehmet Nemutlu gibi isimlerin de gönlünde yer ederek, kurumsal meşruluk eksenine yerleşmesini sağlar. İleride yararını görecektir.
Müzikal kimlik edinimi açısından üçüncü büyük şanssızlık, neoliberal kimlik edinimi açısından ise üçüncü büyük şans 2005 yılına denk gelir. Okulda ilk kez şeflik eğitimi verilme kararı alınmış, işin başına, elbette ki, Gürer Aykal, getirilmiştir. Vale Gürer bu sırada Borusan Filarmoni’nin de başındadır.
Şunu belirtelim: Bizde, ciddi anlamda bir şeflik eğitimi yoktur. Hiç olmamıştır. Bu sanatın gelişkin olduğu bütün ülkelerde, şeflik eğitimine büyük önem verildiği için, bu dal bağımsız bir bölüm olarak düzenlenmiştir. Oysa bizde kompozisyon/bestecilik bölümüyle birliktedir. Ayrıntısına girmeyelim ama son derece yanlış bir yapılanma olup, önem verilmeyişin biçimsel göstergelerinden biridir.
Bir de şu: Şeflik, klasik müziğin “entelektüel” vitrinidir. Müzikal anlamda entelektüellik, bestecilerin yaşam öykülerini, türlü anekdotlarını akılda tutmaktan, sade suya partisyon analizi yapmak ya da ezberlemekten daha ötesini gerektirir. Hele “absolut kulak” ve doğru vuruşun şeflik için yeterli ölçütü sağlayacağı düşüncesi hepten çocuksu bir değerlendirmedir. Bu ülke 100 yıllık tarihi içinde, gerçekten de dünya çapında şancı, virtüöz yetiştirdi. Ama tek bir şef yetiştiremedi. Yetiştiremez. O çok özel “entelektüel” formasyonu edinmek sanıldığı kadar kolay değildir.

İdil Biret ve Gürer Aykal’ın verdiği bonservisler yolları her zaman kısaltır.
Vale Gürer’in kendisi dahil, “şeflik öğrettim” dediği tek bir isim söyleyin ki, A sınıfı bir orkestrayı yönetebilsin. Ama rahle-i tedrisinden geçirdiklerinin ortak bir paydası var: Müzikal kişiliksizlik, sığlık. Tıpkı kendisi gibi. Abur cubur kültürüyle, siyasal sırnaşıklıkla, devletlerarası kültürel anlaşmaların kolaycılığıyla, hele hele naylon PR’la şef olunmaz.
Şeflik eğitimi bire bir yapılır. Vale Gürer’in bu bire birin içine yerleştirdiği en önemli öğüt, “Bu ülkede sivrilmek istiyorsanız, siyasal otoriteyle ters düşmeyin. Siyaseti yakından izleyin. En etkililerle ilişki kurmaya çalışın. Müzik siyaset gibidir; akımlara uyum sağlamak gerekir.”dir. Tıpkı kendi yaptığı gibi.
Can Okan için Vale, Metin Ülkü’den sonra, ikinci biçilmiş kaftan olacaktır. Hem kişiliğine, hem de geliştirip, oturtmaya çalıştığı siyasal aklına:
“Şeflik eğitimine başladığımda dünyam biraz daha genişledi.” (a.g.y.)
2005-2009 arasında onunla şeflik çalışır. Vale, Okan’ın uslu ve uyumlu kişiliğini, ürkek, giderek daha pragmatik, ortaya karışık tutumunu, radikal/ortodoks hatlara mesafeli duruşunu kısa sürede ödüllendirecektir:
1 Mayıs 2005’te, ona, ODTÜ Kongre ve Sergi Salonu’nda, 26 Mayıs’ta ise Aya İrini’de, kendi şefliğindeki Borusan Filarmoni eşliğinde, Beethoven’in 2 numaralı piyano konçertosunu çaldırır. Bu, Can Okan’ın ilk orkestralı konseridir.
2007’de ise, bu kez Borusan Filarmoni’nin yılbaşı konserlerini (12, 13 Aralık) yönettirerek, izleyici karşısında ilk şeflik deneyimini edinmesini sağlayacaktır. Okan, kutsallaştırdığı Vale’ye tapmaktadır:
“2007’de hocam beni ikinci kez onurlandırdı. BİFO’nun yılbaşı konserlerini yönettim… Prof. Aykal’ın orkestranın yurt dışından gelen solist konuklarıyla beni tanıştırırken “genç şef” diye takdim etmesi, büyük bir onur, aynı zamanda sorumluluk hissi veriyordu.” (a.g.y.)
O artık Vale’nin veliahtıdır.
Bu arada, Vale onu İsveçli Jan Risberg ile tanıştırır. Risberg, İsveç’in “çağdaş” müzik dünyasının önde gelen şeflerindendir. O derece “çağdaş”tır ki, ABBA topluluğunun albümlerinde falan çalmıştır. Okan onun aracılığıyla, 2009-2011 arasında, Stockholm’deki Royal College of Music’de şeflik eğitimi alır. Hocası Risberg’e de hayrandır. Tabii, eğitimi süresince, İsveç’in birçok orkestrasıyla provalar, konserler yapar, “Çağdaş müzik dağarından eserler” yönetir.
2011’de, ülkeye dönmeden, komşu Finlandiya’da, Jorma Panula’nın orkestra şefliği ustalık sınıfına da katılır. 81 yaşındaki Panula, ortodoks yaklaşımlara uzak, “çağdaş”tan caza uzanan yelpazede dolaşırken nefes darlığı çekmeyen bir şeftir.
Böylece, 8-25 yaş arasında, müzikal estetik ve algı olarak aynı dere yatağında, “çağdaş”ta kalmanın kültürel ve siyasal “güvencesi”ni içselleştirir.
İdil Biret neyi değiştirebilirdi ki?
Can Okan’ın şeflik “guru”su Vale, onu, Jan Risberg’in yanı sıra, bir başka isimle daha tanıştıracaktır: İdil Biret. 2008’de tanıştığı Biret, (Andante, sayı:111’de belirttiği bu tarihi, 6 yıl önceki yüksek lisans tezinde 2006 olarak vermiş.) kuşkusuz ki, piyanistlik kariyeri yapma niyeti olan herkes açısından önemli biridir. 2008’de ilk kez onun AİMA (Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi) çatısı altında düzenlediği ustalık sınıfına katılır. 2015’e kadar ilişkileri yoğun denebilecek ölçüde devam eder. Tıpkı Vale’ninki gibi, Biret’in de desteği tamdır. Ona, 2015’te, Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall’daki “İdil Biret ve Mozart” konserinin şefliğini yaptırır. 23 Temmuz 2020’de, Bodrum Antik Tiyatro konserinde birlikte çalarlar.
İdil Biret’in Okan üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur?
“Müzisyenliği kadar, hayata bakışıyla ve sohbetleriyle bana kılavuz oldu.” (a.g.y.)
Acaba mı?
Yoksa, meşruluk açısından çok kullanışlı bir kartvizit miydi?
İdil Biret, Okan ile tanıştığında, Berg’li, Boulez’li, Ligeti’li, Webern’li, Mimaroğlu ve Usmanbaş’lı atonal/çağdaş/deneysel anafordan çoktan çıkmış, yüzünü ortodoks duyarlılık ve biçimlere dönmüştü. Okan ise tam tersi yolda ilerlemekte, “müzikal kimlik” kavramıyla ortodoksluk arasındaki ilişkiyi kurabilmekten çok uzak bir müzikal kültür ve görgü düzeyindedir. Yine de İdil Biret’in 2 somut etkisinden söz edilmeli:
1) 2009’da, MSGSÜ’de, “F. Liszt’in Piyanoya Uyarlama Sanatı ve Buna Bir Örnek Olarak L. Van Beethoven’in 5. Senfonisi’nin Analizi” başlıklı yüksek lisans tezini verir. Danışmanı yine Metin Ülkü’dür. İdil Biret’in, Liszt’’in yaptığı Beethoven uyarlamalarının tamamını, 9 senfoniyi de seslendirdiği düşünülürse, Okan’ın tez konusu seçiminde işi tesadüfe bırakmadığı söylenebilir. Nitekim metinde İdil Biret’e gönderme yapmayı ihmal etmez (s. IV, 31, 32).
2) İdil Biret’in önerisiyle, onunla tamamını çalıştıktan sonra, Schubert’in Impromptu’lerini, İTÜ MİAM’da kendi olanaklarıyla kaydeder. 2015’te, Asrın Müzik etiketiyle çıkacaktır. Yorumu, tonal ruhun köşe bucağını kuşatma kaygısı taşımadığının güzel bir örneğidir.
Oysa Okan’ın, kültür ve kişilik koordinatlarına çok daha yakın olan bir piyano mentoruna gereksinimi vardır. Bu amaçla, 2016-2017 aralığında, İtalya’daki Santa Cecilia Akademisi’nde, Alessandra Torchiani ile çalışacaktır. Torchiani, Gian Carlo Chiti, Guido Turchi, Stefano Cafaro, Gian Paolo Chiti gibi İtalyan “çağdaş” müzik bestecilerini seslendirmiş, ortodoks duyarlılığa uzak, üstelik Debussy delisi bir İtalyan’dır. Doğal olarak, Can Okan ondan epey etkilenecektir. Metin Ülkü’nün Fransız okulundan oluşuna karşın, Okan’ın Fransız bestecileri hiç sevmediği, üniversitenin son sınıfına kadar yalnızca bir Debussy (Keten Saçlı Kız) çaldığı, tutkuyla bağlı olduğu bestecinin Skriyabin olup, gözünün daha çok Alman ve Ruslarda olduğu düşünüldüğünde (Andante, sayı: 111), yıllar sonra, Debussy’nin, onun “vazgeçilmez”leri arasına girecek oluşunda, 2013’te dinlediği Walter Gieseking’in kayıtları yanında, Torchiani’nin bütünleyici etkisinden de söz edilemez mi?
2017’ye geldiğimizde tablo şudur:
Can Okan, yapmak istediği şeflik ve piyano kariyeri için, iki alanın “duayen” isimleri, Vale Gürer ile İdil Biret imzalı meşruluk bonservislerine sahip, CV’sine, çok oturaklı olmasa da, “yurt dışı” kategorisi eklemiş, 30 yaşında bir sanatçıdır. Vale Gürer’in İslamcılarla yakınlığının, yaklaşık üç buçuk yıl sonra, Okan’ın CSO Şef Yardımcılığına getirilişinde, diğer “uygun” etmenlerle birlikte hatırlı rol oynayacağını anımsatalım.
Vale’nin etkisi bununla sınırlı değildir. Verdiği meşruluk mazbatası, 2013’ten itibaren, kamusal nitelikli orkestraları yönetmeye başlamasında kolaylaştırıcı bir işlev de görecektir.
Yanı sıra, 2013-2014 öğretim yılında, kendi okulu MSGSÜ İstanbul Devlet Konservatuarı’nda, Orkestra Şefliği ve Kompozisyon bölümünde “partisyon okuma” dersi vermeye başlar. Buna, lise kısmındaki, “piyano edebiyatı” eklenecek, Antonio Pirolli’nin yardımcısı olarak, okul orkestrasını da çalıştırmaya başlayacaktır.
Bu arada, Özkan Manav’ın öncülük ettiği, “çağdaş” müzik içerikli Genç Besteciler Festivali’nde, öğrencilerin bestelerini seslendirecek okul orkestrasını yönetmenin yanı sıra, onlara solo piyano için “çağdaş” besteler yapmayı da önermektedir. (a.g.y.)
“Vale Gürer-İdil Biret-MSGSÜ” üçgeninden edindiği meşruluk alanı, bunun, klasik müzik dünyasında çok kolayca oluşturduğu doğal ve genel kabul, ortaya çıkanı temellendiren İslamcıların neoliberal “zeitgeist”ı o derece başını döndürmüş, o derece şımartmıştır ki, henüz şeflik eğitimini bitireli 4 yıl olmuş, yönettiği orkestra sayısı iki elin parmaklarından hallice fazla, üstelik bunlar etli butlu orkestralar bile değilken, 2016 Ocak’ında, “orkestralarla birlikte, şeflik konusunda ustalık sınıfları düzenlemek” istediğini belirtir. (a.g.y)
Ya piyanistliği?
“Can’ın orkestra şefi olarak aldığı tahsil, virtüozitesinin üzerine eklenince, Wagner’in Tannhäuser operası uvertürünü Leipzig Gewandhaus’da mı dinliyorum acaba diye kulaklarım bana bir uyarıda bulundu… Asil ve kibar duruşuyla genç bir şövalyeyi andıran Can Okan…” (Ece İdil, Piyanonun Genç Şövalyesi, Andante, Aralık 2013, sayı: 86)
Veya Impromptus CD’si için:
“Dünya CD kataloglarında yer alabilecek bir yorum.” (Andante, Kasım 2015, sayı: 109)
Siz olsanız, kanatlanmaz mıydınız?
2017: İDOB ile ilk temas ve opera sayfası
Okan, haklı olarak, “sınırsız ego” hastalığına doğru koşar adım ilerlerken, bu kez Opera cephesinden yoldan çıkarıcı bir değerlendirme gelir. Dönemin İDOB Müdürü Suat Arıkan, 21 Ocak 2017’de prömiyeri yapılacak olan The Rake’s Progress (Hovardanın Sonu-Stravinski) operasıyla ilgili konuşur:
"Can Okan Stravinsky'nin 'The Rake's Progress'inde orkestrayı yönetecek. Bunun yanında 'Kötülüğün Döngüsü'nde de şef olarak göreceğiz onu. Can Okan'a çok güveniyorum. Çoğu kişi bu kadar genç birine nasıl böyle büyük bir sorumluluk verdiğimi sorabilir. Ancak Can Okan gerçekten olağanüstü bir insan. Onu şimdi değerlendirmek lazım. Ünlü olduktan sonra çok zor oluyor." (andante.com.tr, 4 Ekim 2016)
Yani, Can Okan’ın dünyaca ünlü olduktan sonra onu bir daha buralara getirip, opera yönettirmenin çok zor olacağını söylüyor.
Bu sözlerin üzerinden tamı tamına 9 yıl geçti. Can Okan değil dünyaca ünü yakalamak, henüz uzağından bile geçemedi. Ama bu akıl tutulmasından başka bir şeyi çağrıştırmayan pohpohlamalar, çok kötü bir ünü yakalamasıyla sonuçlandı.
“Olağanüstü” yeteneğe sahip Can Okan, 2018’de, Salzburg’da yapılan Oper im Berg opera festivaline katıldı. Burada, Mozart’ın Sihirli Flüt’ü ile Verdi’nin Rigoletto’sunu yönetti. Özellikle genç yetenekleri öne çıkarmak için düzenlenen bu festivalde, nedense Can Okan “olağanüstü” genç yetenek olarak pek dikkat çekmedi. Nitekim 2018’den bugüne kadar, yurt dışında opera yönetmek için davet almamıştır.
Son 15 yılda, Daniel Harding, Jan Risberg, B. Tommy Andersson, Jan Panula gibi şeflerle çalıştığı halde, 2024’te, Romanya’nın Sibiu Filarmoni ve Yunanistan’ın Halki adasındaki festival kapsamında, Atina Senfoni’den derlenmiş küçük bir müzisyen topluluğu dışında bir orkestrayı yönetmemiştir.
Emanuel Ax, Dimitri Alexeev, Arnulf von Arnim, Nikolai Demidenko, Claudius Tanski, Alessandra Torchiani ile piyano çalışmış olmasına karşın, yurt dışında anlamlı sayılabilecek hiçbir solo ya da eşlikli konseri yok. Yukarıda ikisini verdik (Koblenz, Budapeşte). İlkinde Fazıl Say etmeni, diğerinde Türk-Macar ilişkilerinin 100. yılı resmi çerçevesi. Bir de, 31 Mart 2014’te, Londra’da, Canan Maxton’un kurduğu Talent Unlimited Vakfı yararına, Leighton House’da, Cihat Aşkın’a eşlik. Sarı Gelin’li filan.
Görünüşe göre, Impromptus CD’si de, “olağanüstü”lüğün kanıtlarından biri olarak değerlendirilmemiş.
Umalım ki, dünya, Okan’ın “olağanüstü”lüğünü 40’lı yaşlarında keşfetsin ve ulus olarak göğsümüz kabarsın…
Peki, yeteneksiz de, torpille mi var oluyor?
Hayır. Kendi kuşağı içinde belki de en yeteneklisi. Ama biz bizeyken. En azından, şu ana kadar yaşananlar bunu gösteriyor.
Bu yazının konusu kimin ne ölçüde yetenekli olup olmadığı değil. Can Okan’a yönelik çok ağır sayılması gereken şikâyet ve suçlamalara karşı, onun niçin bu kadar canhıraş savunuluyor, korunuyor olduğu.
Can Okan’ı savunma hattı neden bu kadar güçlü?
Şu ana kadar, ağırlıklı olarak İstanbul’un klasik müzik kurum ve çevrelerinde yerleşmiş olan kanaat şudur: Can Okan “olağanüstü” bir yetenektir. Başta DOB olmak üzere, diğer yüksek sanat kamu kurumları açısından büyük bir fırsattır. Ondan yararlanmak gerek. Doğru olsa bile, pedofili ve cinsel taciz suçlamaları, bu yüksek kamu çıkarı karşısında görmezden gelinebilir.
Zaten kendisinin de, “beni kıskanıyorlar” içerikli çıkışları, bu yaklaşımı güçlendirici nitelikte.
Peki, ortada gerçekten “olağanüstü, sıradışı” bir yetenek olsaydı, pedofili ve cinsel tacizi hoş görmek gerekir miydi?
Bu soru da, yanıtı da konumuz açısından anlamlı değil. Çünkü ortada “olağanüstü, sıradışı” bir yetenek yok. Ama şu soru hem anlamlı, hem de meşru:
Pedofili ve cinsel taciz suçlamasını perdelemek için, “olağanüstülük, sıradışılık” söylemine yaslı bir efsane mi dolaştırılıyor?
Eğer öyle ise, neden?
İşte, burası, siyaset ile müziğin kesişme noktası.
Açıklamaya çalışalım:
Can Okan konusunun “yetenek” ile ilgili bölümü, bu olayın neden-sonuç ilişkisi zincirinde belki de en önemsiz halka. Belirttik; bu ülke sınırları içinde, ona, kendi kuşağının en yeteneklisi derseniz, bazı itirazlarla karşılaşsanız bile, hedefin çok uzağına düşmüş sayılmazsınız. Ama, “olağanüstü, dünya çapında, onun varlığı DOB’a ve senfoni orkestralarına düzey atlatacak nitelikte” falan derseniz, ciddi anlamda saçmalamış olursunuz.
Okan’ın bu derece “meşru” oluşunun çok daha önemli nedenleri var:
1) İslamcı iktidarın doğal kültür zeminini oluşturan neoliberal eksen, başta Laik Cumhuriyet’inkiler olmak üzere, her alanda, klasikleşmiş kimlik ve konumlara, ortodoks olarak algıladığı tüm imge, kavram, gösterge ve anlam alanlarına karşı tavır alır. En kestirme yol, kültürel karışımlar, geçişkenlikler yoluyla, tarihsel olarak belirlenmiş tür ve biçemlerin sınırlarını belirsizleştirmektir. Akademik vitriniyle, “disiplinlerarası” denilen, kimliksizlik, ya da “ortaya karışık kimlik” yaratmak amaçlı bu yaklaşımın, müzikte çok ileri örnekleri vardır. “Çağdaş” sıfatı altında toplanan ve giderek hiçbir estetik ya da teknik sınırı/ölçütü bulunmayan bu modeller, atonal/deneysel paletinden alaturka ve caza, rocktan arabeske, tangodan film müziğine, hepsini çoksesli klasik Batı müziğiyle yan yana getirip, son yıllarda yapay zekâ, resim/desen/görsel malzeme falan kullanımıyla da takviye suretiyle, “yeni”yi yaratmak savındadırlar.
İşte, İslamcı iktidar açısından, kültürel ve siyasal düzlemde “meşru” olabilmeniz için, önce, bu anlamda “çağdaş” olmak zorundasınız. Can Okan’ın kuşağında yer alan, 80’li yıllarda doğmuş hiçbir şef (Murat Cem Orhan, Hasan Niyazi Tura, Cemi’i Can Deliorman, Artun Hoinic, Orçun Orçunsel) bu ideolojik formatın dışında yer almıyor. Dolayısıyla, “kimlik” farkları yok; aynılar. Hepsi müzikal kimliksiz veya “ortaya karışık kimlikli”. Aralarında “göreli” yetenek farkları var ama İslamcı iktidar açısından bu durum ayırıcı ölçüt niteliği taşımıyor. Öyle olsaydı, Şehzade Cemi’i CSO’nun başına getirilmezdi. Esas farkları, taşıdıkları ortak kültürel meşrulukla edindikleri siyasal ilişki ve imgeleri örtüştürme becerilerinde. Kimin hangi posta yerleştirildiği, ne ölçüde kollanıp kollanmadığı doğrudan bununla ilgili.
Kısacası, olayın sanatsal yetkinlik yönü devede kulak.
Can Okan bu açıdan değerlendirildiğinde, katıksız bir “çağdaş”çıdır. 8 yaşından bugüne kadar, “çağdaş” müzik ve kültür algısında en ufak bir kırılma olmadan, hiçbir ek yeri taşımaksızın, neoliberal kültür koordinatlarına yerleşmiş biridir. Dolayısıyla, İslamcılar için son derece meşrudur. Onu harcamak, yüksek sanat kamu kurumlarına dayattıkları kültürel normları ayakta tutanlardan birinin eksilmesi anlamına gelir. Üstelik perspektiflerindeki Ankara (CSO/ADOB)-İstanbul (İDSO/İDOB) müzikal mimarisine de zarar vermiş olurlar.
Pedofili ve cinsel taciz konusu, onlar için bu işlevden daha mı önemlidir? Göreceğiz.
2) Can Okan bütünüyle İstanbul ürünüdür. Bizim klasik müzik dünyamızda, Laik Cumhuriyet’in temellerine uzanan ciddi bir Ankara-İstanbul ayrışması vardır. İstanbul, Osmanlı’nın başkenti olarak, 1917 Ekim Devrimi’nin rüzgârıyla kurulmuş olan Ankara’ya göre her zaman daha “liberal” bir kültürün temsilcisi olmuştur. Bu bağlamda, şimdilerdeki sefil hali dışında, Cebeci (ADK), İstanbul’un önce belediye, ardından devlet konservatuarına göre, kurumsal anlamda, hep müzikal ortodoksluğun pusulası işlevi görmüştür.
Laik Cumhuriyet düşmanı İslamcıların Ankara ve ortodoks kültüründen nefret ettikleri, ADK’yı rendelemekle yetinmeyip, kendi beden ölçülerine milimetrik oturacak, Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi adlı ucubeyi kurduklarını yazmıştık. Ne yapılırsa yapılsın, hiçbiri, kültürel genlerindeki “payitaht İstanbul” hastalığına derman olamaz. O nedenle, önce, “finans merkezi” yapacağız diye, Merkez Bankası başta olmak üzere, başkentteki kamu bankalarının merkezlerini İstanbul’a taşıdılar; ardından “kültür başkenti” etiketiyle, İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun adına “Cumhurbaşkanlığı”nı eklediler ama CSO örneğinin tersine, Ankara’ya taşımadılar. Böylece, sanatsal bağlamda, Cumhurbaşkanlığı-İstanbul organik ilişkisi kurulmuş oldu. Elbette, Osmanlı sarayının alaturkası üzerinden. Laik Cumhuriyet’in simgesi Devlet Opera ve Balesi’nin beyni olan ADOB’a opera binası yapmadılar ama, İstanbul’a yaptılar. Liste uzayıp gidiyor.
Bu süreçte, klasik müzik çekmecesinde de İstanbul’a özel önem verdiler. MSGSÜ İstanbul Devlet Konservatuarı’na, hiç olmadığı kadar değer ve meşruluk kazandırdılar. 2020’de açılışını yaptıkları yeni CSO salonu için, eğitim yaşamının hiçbir evresinde, “ortodoks” kavramının yanından dahi geçmemiş, saf kan “çağdaş”, MSGSÜ’lü Özkan Manav’a yapıt siparişi verdiler (Çoğul). 2021’de, AKP’nin açılışı için verdikleri opera yapıtı (Sinan) siparişi de, yine aynı özellikleri taşıyan Hasan Uçarsu’ya gitti. Aynı dönemde, 2020-2021 sezonunda, CSO şef yardımcılığına, yine yüzde yüz İstanbul formasyonlu, MSGSÜ’lü, “çağdaş” Can Okan’ı getirdiler. Simgesel anlamı son derece güçlü tercihlerdir.
CSO’nun başına getirdikleri Şehzade Cemi’i de ADK çıkışlı değildir. O da, Can Okan gibi, “çağdaş” markalıdır. Hem de nasıl! Gazelhana CSO’yu eşlik ettirecek ölçüde.
İstanbul’un ve MSGSÜ’nün klasik müzik dünyasındaki meşruluğu ve ağırlığı ilk kez bu kadar artmışken, pedofili ve cinsel taciz suçlamasının, en “yetenekli” genç temsilcilerinden birinin tekerine taş koymasını, ne İslamcılar, ne MSGSÜ, ne de İstanbul klasik müzik cemaati ister.
3) Kendi kuşağından hiçbir şef, aynı anda, hem Vale Gürer, hem de İdil Biret’in bu ölçüde desteğini almamıştır. Her ikisinin de, siyasal iktidarın üst katlarına çok kolay ulaşım yolları vardır. Unutmamalı ki, İdil Biret, 23 Nisan 2020’de, İslamcıların başkanlık sistemiyle devre dışı bıraktıkları TBMM’nin 100. yılı vesilesiyle düzenledikleri siyasal şova, hiçbir zorunluluğu olmadığı halde, üstelik Boğaziçi Köprüsü ve Esma Sultan Yalısı gibi, anlamlı siyasal simgeye sahip iki mekânda konser vererek katılmış, şov, televizyonlardan yayımlanmak suretiyle, İslamcıların propagandasına dönüşmüştür. Tam da bu yıl, Can Okan’ın CSO’ya şef yardımcısı olarak atanması gerçekleşecektir. 2021’de, 49. İstanbul Müzik Festivali kapsamında, eğer rahatsızlanmasaydı, Okan’ın, 24 Ağustos’ta onunla konser vereceğini de belirtelim. Can Okan, İdil Biret kartını çok akıllıca kullanacaktır.
Vale Gürer’i anlatmaya gerek yok. İktidarda kim varsa ondan yanadır. 2021’de, İslamcıların isteği üzerine, zikirli mikirli, yerli ve milli Sinan operasını yönetmek için, hiçbir zorunluluğu olmadığı halde, Amerikalardan koşarak gelmiştir. İslamcılar onun hiçbir ricasını geri çevirmezler.
İstinat duvarını bu biçimde güçlendirmiş birine, pedofili, cinsel taciz suçlaması falan kaç yazar ki!
4) Can Okan, küçümsenmeyecek ölçüde gelişkin bir siyasal akla sahiptir. Bunun kaynağında yalnızca Vale Gürer yok. Kendisini yetiştiren iki kadın, anne ve abla da var. Öte yandan, bu kuşak bütünüyle liberal değer ve normların gölgesinde yetiştiğinden, rekabet bunların doğal yaşam pratikleridir. İçlerinde “olağanüstü, sıradışı” birileri olmadığı ve de burası Türkiye olduğu için, rekabetin belirleyici etmeninin sanatsal yetenekten çok, siyasal ilişki ve imge olduğunu iyi biliyorlar. Doğal olarak da, ona göre davranıyorlar.
Abla Sungu Okan, kardeşi Can ile çok yakın. Onun korunması, önünün açılması için hiçbir sınıra takılmıyor. Okan, siyasal ortama göre şekil alınması gerektiğini, Vale’den önce ondan öğreniyor. Abla tam bir pragmatik. 1993-1994 dönemini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nde geçirdikten sonra, nedense müzikoloji okumanın cazibesine kapılıyor. Ertesi yıl, MSGSÜ Müzikoloji’ye geliyor. Aynı yıl, kardeşi de piyano derslerine başlayacak. Doğal olarak, birkaç yıl içinde aynı okula gelecek. Ablası orada olduğu için yabancılık çekmeyecek. Bu konu çok önemli, çünkü kardeş Can tam bir muhallebi çocuğu. 17 yaşına kadar, evden okula, okuldan eve gidip gelmenin dışında “olayı” olmayan, iki kadının sıkı denetiminde, küçük ailenin küçük, “temiz” ferdi. “Dışarı” ilk çıkışı, Nardis’e gidip caz dinlemek ve cazcılarla müzik konuşmak. Söz konusu dişil denetim ve korumanın getirdiği ürkek kişilik çizgileri, ergenlik döneminde derinleşecek ve yıllar sonra, hem “otorite” kavramının sınırlarını istismar etmesine, hem de pragmatik bir dünya görüşünün taşlarını döşemesine yol açacaktır.
Abla Okan’ın siyasal nabız tutma duyarlılığının kayıtlara geçmiş ilk örneği, 2004-2007 arasına yerleşen yüksek lisans döneminin ürünü olan tezdir: “Irak Türkmenleri’nin Türkiye ile Sosyo-Kültürel İlişkileri ve Bunun Müzikal Yansıları”. MSGSÜ Müzikoloji Anabilim Dalı Etnomüzikoloji ve Folklor Programı’nda yaptığı bu tez oldukça ilginç bir siyasal döneme denk geliyor.
Bilindiği üzere, bizde yeni-Osmanlıcılığın ilk tomurcuklanışı, ABD’nin, 1990-1991’deki 1. Körfez Savaşı’dır. ABD’li yetkililer, BAAS Partisi ve Saddam Hüseyin’i hedef alarak, Suriye’nin Kuzey’inde bir Kürt oluşumunun ilk işaretini vermişler, Cumhurbaşkanı Özal’a Kerkük-Musul’u işgal edip, orta vadede federal bir yapılanmaya gitmesini önermişlerdi. Özal dakikasında kabul etmiş, ancak Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay ve bazı bakanların karşı çıkması üzerine, hevesi kursağında kalmıştı. İşte o günden beri, bizdeki İslamcı-liberal çevreler gözlerini Musul-Kerkük’e dikmişlerdir. 2003 yılına gelindiğinde, ABD-İngiltere bu kez gerçek bir işgal planıyla, BAAS Partisi ve Saddam Hüseyin’i ortadan kaldırıp, Irak’ı parçalayarak, Kuzey’de Kürt oluşumunun fiziksel altyapısını oluşturdular. Doğal olarak, bizde Kerkük-Musul iştahı yine kabardı.
Medyada bağır çağır Saddam’ın Türkmenlere zulmü, BAAS rejiminin vahşeti vb. yer alırken, Amerikalılar Irak’ın ulus devlet yapısını dağıtıyor, 30 Aralık 2006’da Saddam Hüseyin’i asıyorlar. Tesadüfe bakın ki, Sungu Abla, 6 ay sonra, 28 Haziran 2007’de teslim ettiği tezinde, “Irak Türkmenleri ile Türkiye arasındaki ortak bağları, bir edebî ve müzikal tür olan “hoyrat” üzerinden somutlaştırmaya çalışmak, tezimizin temel amaçlarından biri ve en önemlisidir.” dedikten sonra, yer yer, müzikoloji tezi mi, siyasal tetikçilik mi olduğunu düşündürten sayfalar, sayfalar dolduruyor. Türkiye’deki sağcı/liberal Kerkük lobisinin önemli isimlerinin görüşlerini doğrudan, söyleşi biçiminde, metne ekliyor. Tezin belkemiğini, köşeleri birbirine sıkıca bağlanmış, İslamcı iktidarın yeni-Osmanlıcı siyaset ve kültür alanına hazımlı biçimde yerleşmiş bir üçgen oluşturuyor:
a) Arap uluslaşmasının siyasal simgesi, Sovyetler Birliği ve Komünist Parti ile işbirliği yaptığını belirttiği BAAS Partisi ve rejimini yerden yere vuruyor. Türkmenlere düşmanlığını vurguluyor. (s. 36-38, 41, 54, 56, 58, 62, 117-119)
b) Kerkük-Musul’un bizim topraklarımız olduğu, Türkmenler ile soy, dil, kültür bağımızın bunun yeterli kanıtını oluşturduğu; Osmanlı’nın çok doğru bir siyaset izleyerek, buraya “özellikle sünni Türkmen” nüfus aktarımı yaptığı; Laik Cumhuriyet’in yanlış dış siyasetinin on yıllarca bu gerçeğe sırt çevirip, bölge ve halkıyla ilgilenmediği; Amerikalıların Irak’ı üçe bölmüş olmalarının, Osmanlı’nın uyguladığı çok akıllıca bir yaklaşım olduğu açıkça dile getiriliyor. (s. 49, 51, 55, 58, 63, 66, 81-82, 89, 90, 92, 119-120, 125)
c) Türk Halk Müziği’nin, “Hoyrat” üzerinden “Kerkük kent folkloru” bağlamına alınarak, makam temelinde tanımlanma çabasına giriliyor. İslamcı ve her türden muhafazakârın, Laik Cumhuriyet’in altını çok kalın çizdiği, halk müziği-saray müziği (alaturka) ayrımını ortadan kaldırmak için, her ikisinin de ontolojik temelini “makam müziği” olarak tanımlayışına uygun biçimde, Kerkük’ün sünni Türkmen müziğinin bütünüyle makam temelli oluşunun yanı sıra, bağlama içermediği, onun yerine ut, keman, santur, kanun kullanıldığı, aynı modelin Elazığ, Urfa’da da olduğu belirtiliyor.
Böylece, Türk Halk Müziği olarak tanımlanan türün, bağlama gerektirmeyip, ut, kanun, keman ile de seslendirilebildiğini, en önemli özelliğinin ise makam ile temellenmesi olduğunu, Arap dünyasına coğrafi yakınlığı olan Elazığ, Urfa gibi kentlerdeki müziğin, halk müziğinin hasını yansıttığını öğrenmiş oluyoruz.
O kadar militanlaşıyor ki:
“Bugün Türkiye haricinde yaşayan ve adlarına “Dış Türkler” denilen Türk şubelerinin içinde, Anadolu kültürüne en yakın Türk şubesi hiç kuşkusuz Irak Türkmenleri’dir. Bir bakımdan Türkmen müziğinin, dolayısıyla Türk müziğinin Ortadoğu coğrafyasındaki en önemli temsilcisi Irak Türkmenleri’dir denilebilir.” (s. 66)
“Meragalı Abdülkadir, musiki formlarından bahsettiği çeşitli kitaplarında, kök adı verilen özel bir eser türünden de bahseder ki bunlardan birinde Mutedil adı verilen bir Irak Türkmen makamı da vardır. Mutedil denilen biçime Irak Türklerinin daha çok rağbet ettiği, bunların Nevâ, Uşşak veya Segâh Rûy-i Irak makamlarında meydana geldikleri, mutedillerin remel usulünde yapıldığı, sözlerin ise Türkçe bazen de Farsça olduğu ifade edilmektedir.” (s. 80)
“Irak Türkmen kültürünü hiç şüphe yok ki en fazla Türkiye Türkleri ile ilişkilendirmek mümkündür… Irak Türkmen müziğinin, yapı taşları olan ezgi, makam, usûl, çalgı kullanımı ve üslup bakımından Türkiye halk müziği içindeki benzer yapılanması, Türkiye’nin kuzeydoğusundan başlayan ve güneydoğusuna kadar uzanan bir yay üzerinde görülebilir. Bu iller Kars, Erzurum’dan başlayarak Elazığ (Harput), Diyarbakır’dan geçerek Şanlıurfa’ya kadar uzanır.” (s.81-82)
“Elazığ müzik folklorunun yapısal karakterlerinden birisi olan makamsal örgü, bir tür şehir folkloru niteliği ile karşımıza çıkar. Türkmen müziğinin de böylesi bir kentli yanının olduğunu söylemek yanlış olmaz.” (s.85)
Sungu Abla Türk Halk Müziği’ni, “türkü” değil, “beste” adını kullanan, kemanlı, utlu, kanunlu Kerkük kent müziğiyle eşleştirirken, Sovyet coğrafyasındaki Türk müziklerinin “farklı kültürlerin yaptırımlarıyla” bozulduğuna da işaret etmeyi ihmal etmiyor (s.79). Kerkük’e ise, bu olumsuz etkilerden uzak kalmış, bizimkine en yakın halk müziğine sahip olma beratı veriliyor. Kerkük “Araplaşma” etkisinin dışında kaldığından (s. 51), Arap müziğinden etkilenmek bir yana, Irak Arap müziğini etkilemiş sayılıyor. (s. 116)
Bu satırları kaleme aldığında, Sungu Abla 30 yaşında. Siyasal bilinci, kişiliği oturmuş durumda. Ne yaptığının, ne yazdığının farkında. Büyük Ortadoğu operasyonu başlamış, biz de eş başkanı olmuşuz; Türkiye’nin coğrafi büyüme olasılığı doğmuş; Ergenekon başlamak üzere; Laik Cumhuriyet’in “Müzik Devrimi” tarihe karışmış; MSGSÜ Müzikoloji’nin başına, FETÖ’cü, Osmanlıcı Gülper Refiğ, nam-ı diğer Zirgüle Gülper getirilmiş; tezin kuramsal ve ruhsal çerçevesini çizen, ülkedeki Kerkük lobisinin İhsan Doğramacı’dan sonraki en tanınmış, en etkili ismi, sıkı muhafazakâr, Osmanlıcı Suphi Saatçi, MSGSÜ Mimarlık’ın ağır topu, kısa süre sonra rektör yardımcısı olacak…
Abla çadırı nereye kuracağını iyi biliyor, değil mi?
Üç kişilik tez jürisinin, danışman Melih Duygulu dışındaki isimleri, Zirgüle Gülper ve Suphi Saatçi.
Tezin kolon ve kirişlerini üç sağcı, muhafazakâr Kerküklü oluşturuyor: Suphi Saatçi, Mahir Nakip ve Abdurrahman Kızılay.
Mahir Nakip, Cinuçen Tanrıkorur’un öğrencisi. Bolca feyz aldığı belli oluyor. Suphi Saatçi’ye gelince; kendisi anlatsın:
“Biz bu alanda dünyanın sayılı, ender bulunabilecek kültürel değerlerine sahip milletlerden biriyiz. Osmanlı ve Selçuklunun başarıları ihlasla, ilây-ı kelimetullah yani Allah’ın ismini yüceltmekle hayatları geçmiş, Allah da onları korumuş. Bu şerefli, aziz, kimseye kin gütmeyen, zulmetmeyen, şefkatli, cömert milleti başarıdan başarıya sevk etmiştir…. Arap kardeşlerimiz darılmasın; Osmanlı ve Selçuklu, İslâm sancağını taşımış. Biz İslâm yüzünden çok dayak yemişiz çok da dayak atmışızdır; ama Allah’a şükür bayrağı bırakmamışızdır… Irak’ın kuzeyinde yer alan Kerkük, Erbil ve Musul, tıpkı Kayseri, Konya, Şanlıurfa, Gaziantep gibi Anadolu’nun doğal uzantısı olan şehirlerdi… Kerkük merkezde Türkler musikî meşklerini klasik sazlarla icra ederler. Ud, keman, kanun vesaire. Anadolu’da bağlama kullanılır. Bağlama biraz daha kırsal enstrümandır. Şehir merkezinde bahsettiğim gibi klasik sazlarla icra edilir. Bağdat, Kerkük, Musul böyledir… Mantı müthiş bir icattır. Konserve gibidir, altı ay bir yıl arası saklanabilir. Yolda haşla yoğurtla ye. Erişte mesela? Spagettiye bin basar. Fakat spagetti dünyayı sarmış. Bizim nefis eriştemiz boynu bükük köşede…Milli ruha ihtiyacımız var. Üniversitelerimizde temiz çocuklar var. Dindar, mütedeyyin. Fakat milli ruh, milli şuur, milli ufuk yok maalesef…”(barandergisi.net. 29.11.2017)
Bu değerli büyüğümüzün, MSGSÜ’den emekli olunca (2013), İslamcıların kurduğu Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde, mütedeyyin öğrencilere milli şuur aşılamaya gittiğini (2014) belirtmeden geçmeyelim.
Bu arada, ablamızın Sovyetler Birliği ve komünizmden hiç hazzetmediğini özellikle vurgulamalı. Çok doğal. Bu ayrıntının önemi, kardeşi üzerinde ciddi etkisi olup, abla-kardeş bağlılığının fire vermediği bir dönemde, Can Okan’ın siyasal ilişkileri açısından ilginç bir durum oluşturacak olması.
Sungu Abla, MSGSÜ-Müzikoloji’nin çıkardığı Müzik-Bilim dergisinin de editörlerinden. Zirgüle’nin dünya ve müzik görüşü doğrultusunda çıkarılan bu derginin 3. sayısında (2013 Güz), Suphi Saatçi ile bir söyleşi yapıyor. Bu tarih, 2015’e kadar sürecek olan resmi “Kürt Açılımı”nın başlangıcına denk geliyor. Kerkük-Musul konusu yine başköşede. Abla yine fırsatı kaçırmamış oluyor.
Sungu Abla doktora tezi yazıyor
2011’de, 2020’ye kadar sürecek olan doktora dönemi başlıyor. İlginç biçimde, Irak Türkmenleri konusundan, modern dansa geçiyor. Sungu Abla’nın “çağdaş” şapkası özellikle modern dans görünümlü. Çok yazdık; modern dans, İslamcıların klasik baleye karşı kullandıkları savaş atıdır. Rejim oturdukça, ablanın modern dans tutkusu derinleşiyor ve kardeşi Can’ın önerisiyle, tez konusu olarak şunu seçiyor: İgor Stravinski ve George Balanchine İş Birliği: Agon Balesi’nin Laban Notasyonu Üzerinden Bir İncelemesi. Böylece, abla-kardeşin birlikte çalışma olanakları doğuyor. Can Okan “çağdaş”çı ideolojik ve estetik beğenisi gereği, zaten Stravinsky hayranı:
“1900-1930 arasında yaşamak isterdim. Müthiş yenilikler, yaratıcılık, sanat türleri arasında ilişkiler. Stravinsky-Cocteau…” (meneksetokyay)
Stravinsky de, Balanchine de Rus kökenli ama Sovyet rejiminin düşmanı olduklarından, ülkelerini terk etmiş kişilerdir. “Çağdaş” nitelik ve “değer”lerinin çok önemli bölümünü, 20. yüzyıl sanatında yaşanan Sovyet-Batı ideolojik savaşında, Batı yanlısı olmalarına borçludurlar.
Liberal Okan kardeşlerin her iki isme hayranlıkları şaşırtıcı değil. Agon balesi, 1953-1957 arasında, Soğuk Savaş’ın en koyu döneminde, atonal/deneysel komodinin “dizisel” (seriel) çekmecesinde bestelenmiş, yani “çağdaş”, 1957’de koreografisi yapılmış, soyut, konusu ve dekoru olmayan, “bağlı kaldığı bir metin ya da hareketler üzerinden kurguladığı metaforik bir akışı” bulunmayan (İgor Stravinski ve George Balanchine İş Birliği: Agon Balesi’nin Laban Notasyonu Üzerinden Bir İncelemesi. MSGSÜ Sos. Bil. Ens. Müzikoloji Anabilim Dalı, Doktora Tezi, 2020, s. 3), yani “çağdaş”, tipik Soğuk Savaş ürünü bir yapıttır.
Sungu Abla, kolayca öngörülebileceği gibi, 20. yüzyılın “en zengin yapıtlarından biri” olarak nitelediği Agon balesinin, ülkemizde hiç sahnelenmediğini, tezini bu konuya ayırma nedenlerinden birinin de bu işe vesile olmayı istemesi olduğunu belirtiyor. (a.g.y. s. V, 186)
Tezin ayrıntısına girmeyelim. Ancak, gerek Stravinsky, gerekse Balanchine’in sanatsal çıkış ve evrimlerindeki ana belirleyen olan, dönemin ideolojik savaşımlarının sanata yansımasından, ne genel, ne de Agon balesi bağlamında tek söz bile edilmemiş oluşuyla, her iki sanatçının da anti-Sovyetizminin, Rudolf Laban ve modern dansın Nazilerle ilişkisinin metinde yer bulamamış oluşuna işaret edelim.
Neden mi?
Ablanın ve kardeşinin siyasal akıllarının tipik örneklerinden biridir de ondan.
“Biz siyasete uzak, sanatla yoğrulmuş insanlarız. Öyle ideolojik falan konularla işimiz olmaz” derseniz, bir ölçüye kadar anlaşılabilir. Ama metnin ilerleyen sayfalarında, siyasete hiç de uzak durulmadığı görülüyor:
*Laban ve modern dansın Nazilerle yakınlığına yönelik bir ima dahi olmamasına karşın, “Laban hareket notasyonunun ilham kaynakları arasında dikkati çeken bir unsur da onun Bosna-Hersek’te babasını ziyaret ettiği sırada (1927) izlediği Mevlevî âyinleridir.” (a.g.y. s. 98) notunu es geçmeyip, araya sıkıştırması anlamlıdır. Modern dansta yerli ve milli damarın nasıl keşfedildiğini ayrıntılarıyla yazmıştık.
*Agon’daki liberal/sağ estetik ve yerleştiği “siyasal” konuma yönelik en ufak bir tartışma kırıntısına dahi yer verilmezken, Agon’un belirli bir “siyasî duruş”a sahip olduğu, çünkü ilk kez zenci bir dansçı olan Arthur Mitchell’i sahneye çıkarmış olmasının yanı sıra, yapıtta “cinsiyet eşitliği”nin de sağlandığı belirtilir. (a.g.y. s. 185)
Ufak bir de düzeltme yapalım; Şostakoviç’in 8. Senfonisi, ablamızın sandığı gibi, Leningrad’a değil, Stalingrad’a adanmıştır. (a.g.y. s. 5, dipnot 3)
Sungu Abla, Irak Türkmenleri ve modern dans ki, bu konuda başka etkinliklerde de kendisini görüyoruz, dışında, diğer bir konuda daha karşımıza çıkıyor: Caz.
Bu da şaşırtmıyor; cazcı Aydın Esen’in ustalık sınıfına katılıp, ondan feyz devşiren kardeş Can’ınkiyle ortak bir beğeni.
Cazı çok yazdık. Neoliberal kültür ve estetiğin “rüya takımı”ındadır. Onsuz asla meşru olamazsınız. 3, 10 ve 21 Aralık 2021’de, 5’li Çete’nin has mensubu Kalyon Holding, sahibi olduğu Kalyon Kültür’de, caz dâhisi Arif Mardin’i anmaya karar verir. Bu işi en iyi Sungu Abla’nın yapacağı kulaklarına fısıldanır. Haklı değerlendirme. Ablamız öyle bir Arif Mardin anlatıyor ki, neden bugüne kadar onu 100 ünlü Türk büyüğü arasında düşünmemiş oluşunuza kahroluyorsunuz. Tabii, ablamızın İKSV ile çok yakın ilişkileri olduğunu, 2023’te, kardeşinin pedofili ve cinsel taciz savları sonucu MSGSÜ’den alelacele ayrılmasıyla eşzamanlı olarak, İdil Biret’in kişisel arşivinin tasnifi işini de kaptığını, dahası, 27-30 Ekim 2025 arasında Barselona’da düzenlenen Uluslararası Arşivler Konseyi (ICA) Konferansı’na katılıp, İdil Biret Arşivi ile ilgili sunum yapacağının basında yer aldığını da ekleyip, onu terk edelim.
Küçük anımsatma: Bunları niçin anlattık? Can Okan’ın, Vale’nin eğitimiyle hepten betonlaşan, pragmatik kişilik ve liberal dünya görüşünün oluşumunda, çok yakın olduğu ablasının rolünü örnekleyebilmek amacıyla, onun da güzergâhına göz atabilmek için.
Abla konusuna girmeden önce, Can Okan’ın neden bu derece “meşru” olduğunun gerekçelerini sıralarken, 4.’de kalmış, bunu da, “küçümsenmeyecek ölçüde gelişkin siyasal bir akla sahip oluşu” biçiminde tanımlamıştık. Kaldığımız yerden devam edelim.
Can Okan’ın siyasal aklı: Rahmaninov jokeri ya da devekuşu
Can Okan, 2019 Ocak’ında, MSGSÜ Güzel Sanatlar Enstitüsü, Müzik Anasanat Piyano Programı’nda, sanatta yeterlik, yani doktora tezini verir. Danışmanı, elbette, Metin Ülkü’dür. Başlık şu: Rahmaninov'un Piyanoya Bakış Açısı ve Buna Bir Örnek Olarak Bestecinin "Etüt-Tablolar" Serilerinin Analizi.
İlk bakışta şaşırtıcı bir seçim. Can Okan gibi “çağdaş” salıncakta sallanan birinin, atonal rüzgârı neredeyse tek başına nefessiz bırakmış Rahmaninov gibi birini incelemeye kalkması en azından yadırgatıcı. Stravinsky, Fransız Altılıları, Skriyabin, Schönberg, Berg, Webern, Hindemith, Bartok vb. dururken, neden Rahmaninov?
Siyasal ve pragmatik akla sahip olduğu için;
Akademik hocası Metin Ülkü, MSGSÜ’nün diğer kulağı kesikleri, tıpkı kendisi gibi “çağdaş” oturaktalar. Ama İdil Biret için, en azından artık, aynı şey söylenebilir mi? Unutmamalı ki, İdil Biret’in açtığı kredi “meşruluk” açısından belirleyicidir. Bunu çok iyi bilen Okan, “çağdaş” olmayan bir besteci seçerek, İdil Biret nezdinde risk almaktan kaçınır. Zaten tez sürecinde Biret ile yakın ilişkide olacaktır:
“Etütlerin tamamını kendisi ile çalışma olanağını veren ve bu esnada engin bilgi ve birikimini paylaşarak bana yol gösteren dünyaca ünlü bir Türk piyanist olan Devlet Sanatçısı İdil Biret’e [teşekkür etmeyi bir borç bilirim].” (Tez, s. III)
Ablamızı da unutmayalım:
“Bu eserlerin el yazması notaları ve tarihçesini incelemek üzere Moskova’ya yapılan seyahate eşlik etmesi başta olmak üzere, çalışma süresince sınırsız manevi desteğini veren ablam Sungu Okan’a…” (a.g.y. s. III)
Peki, neden Etütler?
Onlarda “çağdaş” bir şeyler yakalamanın çok daha kolay olduğunu düşünüyor da ondan. Böylece, tonal militan bir bestecinin, “çağdaş” kaçamakları biçiminde pazarlayabileceği bir “ne şiş yansın, ne kebap” tutumuna yatabilecek.
Önce şu saptamaya bakın:
“İlerleyen yıllarda Rahmaninov’un bestecilik yönünün aktif olmadığı dikkat çeker… yenilikçi akımlara rağmen, müzikal dilini tonal çerçevede kullanmaya bilinçli şekilde devam eder. Çok farklı müzikal üslupta, fakat tonal çerçevede kalmak bakımından ortak durumda olan ve bestecilik kariyeri aynı nedenle durgunlaşıp sessizliğe bürünen, aynı dönemin bir başka önemli bestecisi Jean Sibelius’dur.” (a.g.y.s. 12-13)
Yani, Rahmaninov da, tıpkı Sibelius gibi, “çağdaş” tekniklere yönelmeyip, ısrarla tonal evrende kaldığı için, beste yapamadı ve o yönü sönümlendi. Oysa aklı başında bütün Rahmaninov biyografileri, vatanı Rusya ve kültürüne çok bağlı olan bestecinin, Sovyet rejimine yönelik tepkisi sonucu ülkesini terk edişiyle, esin dünyasını besleyen ana kaynaktan kopuşu arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, bunun, bestecilik yönünü çok cılız hale getirdiğini vurguluyorlar. Konunun “çağdaş” salaklık ile ilgisi yoktur.
Ama yukarıdaki cümleleri kuran Okan, Rahmaninov’da “çağdaş” bulmak zorunda olduğundan, motoru zorlamaya başlar:
“Bestecinin ününün artmasını ve yayılmasını sağlayan eserleri arasında yer alan Op. 18 numaralı ikinci ve Op. 30 numaralı üçüncü piyano konçertolarından sonra, müzik dilinin, dönemin söz konusu olan modern müzik akımlarından etkiler içermeye başlaması özellikle Études-Tableaux serilerinde oldukça belirgin bir hal alır.” (a.g.y. s. 41)
Rahmaninov’un Etütler’inin en cüretkâr sayılabilecek pasajlarında bile tonalite dışına çıkılmaz. Kromatik olanlarda bile. Romantik yazım biçeminden yer yer uzak düştüğü anlar dahil, hiçbir zaman atonal entelliğin kıyısına gelmemiştir. Okan ise bu tezi, “modern üslup” olarak algıladığı anlam alanının yoruma açık, belirsiz çizgilerine yaslanarak, Etütler’in, “romantik piyano yazısı biçiminden modern yazı biçimine yöneliş”i temsil ettiğini kanıtlamak için kaleme almış (a.g.y. s.128). Ya konuyu kapsamlı okumalarla incelememiş, ya da “modern”in muğlak tanımını paravan olarak kullanmış. Madem Etütler’de “modern” arıyor, ikinci serinin (op.39) 3 sayılı Etüt’ünde bulduğu Skriyabin etkisini (a.g.y. s. 88), birinci serinin 4 ve 6. sayılarında da bulabilir. Ayrıca, ikinci serinin 2, 5, 7 ve 9. etütlerinde de. Hatta göreli biçimde 8’de bile. Dahası, Rahmaninov’un hiç hazzetmemesine karşın, op.39’un 2 ve 8 sayılılarında Debussy etkisinden de söz edilebilir. Aynı serinin 1, 4, ve 6 sayısını taşıyanlarında, Medtner ve Taneyev; 5, 7 ve 9’da ise dışavurumculuk bağlamında Berg, Schoenberg etkisinden de. Hepsi, “modern” tanımının içine ne koyduğunuza bağlıdır.
Ama yine de Rahmaninov’un biletini kesmeli; atonali reddedip, küçümsedi ya:
“Bugün Rahmaninov’un tarihsel öneminin farkedilmesi bakımından, onun müzik dünyasının her bölgesinde halâ tam anlamıyla kabul görmediğini söylemek zorundayım. Özellikle Orta Avrupa’da Rahmaninov’un eserlerinin Rusya, İngiltere, Amerika’ya kıyasla çok az seslendirildiği ve onu müzik tarihinin büyük besteciler zincirinin bir halkası olarak görmediklerini çeşitli deneyimler aracılığıyla gözlemledim.” (a.g.y. s. 128)
Şahsen gözlemlediği bu sonucun temel nedeni mi?
“Rahmaninov, yüzyıl dönümünde yaşamış, bir dönemin kapanışı ile bir başka dönemin başlamasına tanık bir bestecidir. Ama söz konusu dönemin diğer bestecilerinin çoğu gibi yeni müzik akımlarından birine girişmek yerine, 19. yüzyılın sonunda doğmuş bir Rus aristokratı olarak romantizmden bağını asla tam olarak koparmamış ve bir “müzik devrimi” gerçekleştirmek ve yeni bir sistem ortaya koymak veya yaşadığı dönemin bir akımına dahil olma amacını gütmemiştir. Rahmaninov bir “eski dünya” insanı olarak kalmayı yeğlemiştir.” (a.g.y. s. 129)
Can Okan’ın müzikal kişiliksizliğine, “ortaya karışık”lığına güzel bir örnek, değil mi?
Köşeli tanımları hiç sevmiyor; “ne kuş ne deve, ikisi de” olması ona güven veriyor. Angajmandan ürküyor.
Bu tezin ardından, 2021’de doçent yapılıyor.
Felsefe durağında inecek var: Schopenhauer
2019’da “Dr.” unvanı alan Can Okan, MSGSÜ’de, bu kez yeni bir yüksek lisansa başlıyor (2020). Aynı çatı altındaki ikinci yüksek lisansı. 2006-2007 öğretim döneminde açılmış olan Felsefe Bölümü’nde. 35 yaşında. Tezini, Ocak 2024’te teslim ediyor. 38 yaşında. Aynı okulda toplam üç tez.
Neden olmasın?
Elbette. Zaten seçtiği konuya baktığınızda, kendi kişiliği, dünya görüşü ve ülkedeki siyasal ortamla birebir örtüştüğünü görüyor, siyasal aklının yerinde ve gayet iyi çalıştığını anlıyorsunuz. Milli hasletlerimiz içinde giderek daha geniş bir yer tutan diploma koleksiyonculuğunun, epey işlevsel yaşam elementlerimizden olduğu da unutulmamalı.
Tezin başlığı şu: Schopenhauer’in Metafizik Sistemi ve Bu Bağlamda İsteme Kavramının Wagner ile Richard Strauss’un Eserleri Üzerinden Analizi.
206 sayfalık metni okuduğunuzda, aklınıza daha ilk sayfalarda takılan o tuhaf sorunun peşine çoktan düşmüş durumdasınız:
Kendisini sosyalist/komünist olarak tanımlayan, yani, felsefi anlamda, tartışmasız biçimde materyalist okulda yer alması gereken biri, nasıl olur da, 19. yüzyılın en gerici, en anti-materyalist filozoflarından Schopenhauer’e sempati besler?
Böyle bir şey olamaz.
Oldu. Can Okan başardı.
Yahu adam sosyalist/komünist mi?
Evet. TKP çevresiyle en az 10 yıllık birlikteliği var.
Yanılıyorsundur. Nasıl olur? 42 sayfadır anlattıklarına bir de Schopenhauer sevgisi eklenecek ve… Yok, yok, bu işte bir yanlışlık olmalı!
Billahi yanlışlık yok. Birazdan oraya geleceğiz.
Okan’ın yazdığı tezin içerik olarak ne bir yeniliği, ne de bir parlaklığı var. Bildik genellemeler dışında, tarihselci bir yaklaşıma sahip olmadığı için, Metamorfozlar’da Schopenhauer etkisi aramak gibi, gerek felsefi, gerekse müzikal açıdan hiçbir risk taşımayıp, ortaya konuşmak anlamına gelen, epey amatör, hallice çocuksu öneriler (s. 155, 160, 176) ile, Rossini’ye alternatif olarak Bach’ın, Schopenhauer’in bakış açısına daha yakın olduğunu falan ileri sürebilecek ölçüde (s. 185, 187), bütünüyle anakronik bir imgelem dünyasında dolaşıyor. Zaman-mekân ölçütü kullanmayan postmodern kolajcılığa uygun ama tarihe değil. TIR’ın direksiyonundaki çocuk misali…
Neyse, konumuz tezin kendisi değil. Schopenhauer’in kim olduğundan söz etmeye de gerek yok. Anlamlı olmaz; çok bilinen gerici, idealist filozoflardan biridir. Anlamlı olan soru şu: Bu ölçüde gerici, insanlığın tarihsel ilerlemesini reddeden, iyimserlik düşmanı, metafizik delisi, akıldışılık ve faşizmin beslendiği toprakta derin izleri olan, üstelik müzik düşüncesinin çoktan eskiyip, çoktan aşıldığı birine, 2020’ler Türkiye’sinde, tez konusu yapacak ölçüde neden sempati duyulur?
Şu nedenlerle:
a) Türkiye artık İslamcı gericiliğin pençesindedir. 2018 ile başlayan Saray rejimi, vitesi bir ileri almıştır. Neoliberal dönemin yarattığı akılcılık ve tarihsel ilerleme düşmanı postmodern kültür, İslamcılıkla örtüşünce, ortalığı baştan sona “metafizik” göndermeli algı ve norm alanları kapladı. Metafizik, artık meşru belirleyen konumunda. Dolayısıyla, düşünce ekseni “metafizik” olan bir filozof, üstelik müziği de en yüksek metafizik ifade olarak tanımlıyorsa, Can Okan gibi siyasal aklı olan biri için, doğal sempati ve ilgi konusu olmanın yanı sıra, kişisel “meşruluk” tabanını da güçlendiren bir etmen sayılacaktır.
b) MSGSÜ’nin liberal mayasından söz ettik. Bunun çarpıcı göstergelerinden biri, önce Konservatuar’da, ardından üniversite çatısı altında yer etmiş olan Kant etkisidir. Elbette tesadüf sayılmaz. Ortodoks-tarihselci yaklaşıma karşı, 1974-2002 arasında Konservatuar’da ders veren Afşar Timuçin, sonrasında ise üniversite bünyesindeki felsefe bölümünde ders veren, aynı zamanda da Can Okan’ın tez danışmanı olan Bülent Gözkân, Kant aurasındaki isimlerdir. Schopenhauer ise öncelikle Kant’ın çocuğudur. Dolayısıyla, böyle bir tez konusu ve bakış açısı, MSGSÜ’nin ideolojik/kurumsal kimliğiyle son derece uyumludur. Okan’ın siyasal aklı bir kez daha doğru yönü işaret etmiş demektir.
c) Schopenhauer düşüncesiyle tasavvuf arasında ilginç ilişkiler vardır. Bilindiği üzere, Schopenhauer doğu felsefesine ilgi duymuş biri. Dünyanın yalnızca bir “tasavvur/yanılsama”, yani “maddi olmayan” olduğunu savlarken, tasavvuf da aynı içerikte “perde/yanılsama” kavramını ileri sürer. Her ikisinde de kişinin kendini aşması, yani “ego/nefs”i yenebilmesi esastır ve bunun yolu, “İsteme”nin reddinden, “çile”den geçer. Schopenhauer bu süreçte müziğe önemli bir rol verirken, aynı şekilde, tasavvufta da zikir ve müzik (sema) öne çıkar. Her ikisinde de varlığın bütünlüğü esastır. Tasavvufta “Vahdet-i vücut” olarak kavramlaşırken, Schopenhauer “İsteme”nin tekliğine vurgu yapar. Her ikisinde de, bütünselliğe/tekliğe ulaşmak için izlenecek “metafizik iç yolculuk” yaşamın gerçek anlamıdır. Ek olarak, Okan’ın, Schopenhauer’in etki alanındaki “mistik/teozofik” Skriyabin’e hayranlığı, devreyi tamamlıyor.
Böylece, Can Okan’ın siyasal aklı, içinden geçtiğimiz dönemin kültürel şifrelerini doğru algılayıp, gereğini yapmış olmuyor mu?
d) Bizim ülkede şeflik formasyon ve geleneği çok cılız olduğu için, şefin “entelektüel” kimliğe sahip olması gerektiği genel kabulüyle, “entelektüellik”in içinde nelerin bulunduğu bilgisi arasında tam bir örtüşme yoktur. Buna bir de konservatuar eğitiminin artık iyice düşmüş düzeyi eklenince, felsefe gibi çok “entel” bir alandan icazet almak, şeflik için gerekli kültürel altyapının edinildiği izlenimini doğurmakta epey kolaylık sağlayabilir. Etrafınızdakilerin, “çok akıllı, çok bilgili” diyerek kulaktan kulağa oynamaları bile yeter. Burası Şark dünyası…
Can Okan’ın 40 yaşına yaklaşırken o icazetin peşine düşmesi, siyasal aklının doğal gereğidir.
Ha, bu arada, madem “entel” olmak istiyor, felsefede dil/kavram bilgisi ve kullanımının altyapıya ait çok önemli bir bileşen olduğunu öğrenmeli. Schopenhauer felsefesinin temel kavramlarından olan “ıstırap”, Türkçede “ızdırap” biçiminde yazılmaz. Tam 10 yerde geçiyor. Ayrıca, “nüans farkı” yanlış bir kullanımdır (S. 11, 88).
e) Ve nihayet, bu ülkede iki yüksek lisans, bir doktora tezi yazmış, yıllardır ders veren, yani akademik ense kulak yerinde görüntüsünden su sızdırmayan birinin pedofil ve cinsel tacizci olabileceğine kim inanır?
Can Okan’ın siyasal aklı olduğunu yinelemeye gerek var mı?
Geldik acılı muhallebiye: TKP ile ilişki
Bu konunun iki cephesi var. İlki Can Okan’a bakıyor, diğeri TKP’ye.
Can Okan’ın TKP ile ilişkisi, göz önünde olan tek siyasal bağlantısıdır. MSGSÜ’de ders vermeye başladığı dönemde TKP’ye geliyor. Buraya kadar kendisiyle ilgili anlatılanlar, sosyalist/komünist dünya görüşü ve duyarlılığa çok uzak, her parçasıyla liberal biri olduğunu gösteriyor. Doğal olarak, tarihsel anlamıyla tanımlı bir komünist partiyle Can Okan adının yan yana anılması, ancak mizahi bir platformda olanaklıyken, hiç de öyle olmamış, Okan, TKP ile bir hayli yakın olabilmiştir.
Yoğun ilişkide olduğu 2014-2016 arasında, dikkat çekici etkinliklere katılıyor. 2014’teki kongrede (Atılım) yer aldığı gibi, partinin 11 Ekim 2015 tarihinde, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde (NHKM) başlattığı, müzik temalı Dinleyici Okulu seminer dizisinin, 15 Kasım’daki “Müzik ve Din” başlıklısını Can Okan üstleniyor.

15 Temmuz 2016’dan sonra, nedense hızla uzaklaşıyor. 2021’de yeniden partiye dönüyor. Bir dizi etkinliğe izleyici olarak katıldıktan sonra, 7 Ekim 2021’de, NHKM’de, geliri partiye kalacak bir konser veriyor. Önce konuşma, sonra konser. Konu, 2. Dünya Savaşı zamanında toplum ile müzik ilişkisi. Seçtiği yapıt şaşırtmıyor: Prokofiev’in op. 82, 6. Piyano Sonatı. (Savaş Sonatı I)
Bir de açıklama var:
“Sergey Prokofyev, 20. yüzyılın en büyük bestecilerinden biridir. Sovyet sanatçı, yaratıcılığının en olgun dönemine denk gelen 1940 yılından itibaren, 2. Dünya Savaşı’nın neden olduğu insanlık felaketini ve savaşın toplumdaki yansımasını müziğinde çarpıcı bir gerçekçilikle aktarmıştır. Bu dönemin en ünlü eserlerinden biri, Savaş Sonatları adıyla anılan üçlemenin ilk halkası olarak 6. Piyano Sonatı’dır. Bu eserden yola çıkarak, müziğin, savaş gibi en kritik tarihsel dönemlerde toplum ile nasıl bir bağlantıda ele alınabileceği hakkında sosyalist bakışı işaret eden bir konuşma ve ardından, bu eserin icrası gerçekleştirilecek.”
Can Okan’ın “sosyalist bakış”ının neye benzeyebileceğine yönelik birkaç ipucu verelim:
a) “Sosyalist bakışı”nı dile getirdiği bu konserden 4 ay önce, 4 Mayıs’ta, klasik müzik ile ilgili şunları söylüyor:
“Klasik müzik, çoksesli müzik türleri arasında en köklü olanıdır. Çokseslilik, parçaların uyum ve ahenk ile bir bütünü oluşturmasını öngörür. Bu bakımdan klasik müzik, benzer bir analojiden yola çıkarak, toplumda ayrışmayı ve maddi, manevi uçurumları ortadan kaldırıp, toplumsal kimlik farklarının üstüne çıkacak şekilde birleşmeyi aşılayan bir sanat türü olarak ele alınmalı diye düşünüyorum.” (“Felsefe, piyano ve orkestra şefliğinin uyumu Can Okan”, meneksetokyay.com, 4 Mayıs 2021)
Sosyalist bilinç düzeyi bu! Ya da siyasal aklını kullanıyor.
b) Tarihsel anlamıyla tanımlı bir komünist parti etkinliğinde, Prokofiev’in üç savaş sonatından biri çalınacaksa, doğal refleks sonucu, bunun op. 84, 8. Piyano Sonatı olacağı kolayca düşünülebilir. Oysa Okan, Sovyet müzik düşünce ve estetiğine en uzak, “çağdaş” biçeme en yakın olanını, op. 82, 6. Piyano Sonatı’nı seçiyor. Vahşi disonans, politonalite, düzensiz ritim vb. cenneti olan bu yapıt, elbette, Okan’ın ideolojik ve estetik beğenisine daha uygun ama ortodoks komünizminkine değil.
Sosyalist bilinç düzeyi bu! Ya da siyasal aklını kullanıyor.
c) 20 Temmuz 2022’de, Cumhuriyet gazetesindeki söyleşisinde, “çağdaş” bestecilerden en çok hangisini yönetmek istediği sorusuna, “Avro Pärt, çok beğeniyorum.” yanıtını veriyor. (E. İlyasoğlu, Felsefe ve Müzik, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2022)
Avro Pärt’ın kim olduğu ve nasıl bir müzikal estetiği temsil ettiğini ayrıntılandırmaya gerek var mı? Önce atonal (dodekafonik), ardından dinsel müziğin militanı, Estonyalı Sovyet besteci. Müzikal anlayışı ve dinsel eğilimleri nedeniyle, haklı olarak, eleştirilmiş, 1980’de Sovyetler’i terk etmiştir. Can Okan’ın hayranlığına mazhar oluşunda bir gariplik yok.
Sosyalist bilinç düzeyi bu! Ya da siyasal aklını kullanıyor.
d) 10 Haziran 2023’te, 51. İstanbul Müzik Festivali kapsamında, Alt Kat desteği ve Türkiye Felsefe Kurumu işbirliğiyle düzenlenen “Felsefe Sohbetleri”nde yaptığı konuşmada, kapitalist sömürü ve baskıya karşı, Schopenhauer felsefesinin panzehir olabileceğini ileri sürüyor:
“Günümüzde bireyselliğin kapitalizmle el ele tutuştuğu bir düzende, bu düşüncelerin bir başka önem kazandığını iddia edebiliriz… Sömürme, ötekileştirme, baskı kurma, anlayışsızlık, uyumsuzluk, bencillik gibi kavramların geçerli olduğu bu dünyada, İsteme ve Tasavvur’un yazılmış olmasının üzerinden geçen iki yüzyıla rağmen, bu felsefeden halen bir feyz alabileceğimizi naçizane bir şekilde iddia ederek konuşmamı tamamlamak isterim.”
Sosyalist bilinç düzeyi bu! Ya da siyasal aklını kullanıyor.
29 Nisan 2022’de, 1 Mayıs kutlaması çerçevesinde, Kazancı Yokuşu başında etkinlik düzenleyen TKP’li grupta yer alıyor.

Can Okan elinde TKP bayrağıyla.
Pedofili ve cinsel taciz söylentilerinin yayılmasıyla birlikte de, partiyle bütün bağlarını koparıp, ilişkisini kesiyor. Bir süre sonra, belki yeniden döner.
Peki, hiçe yakın sosyalist/komünist bilinç ve duyarlılığa sahip biri, neden komünist bir partinin yörüngesine yerleşir?
Bu tuhaf durum yalnızca iki olasılıkla açıklanabilir:
1) Bu kişi siyasal aklının pusulasıyla hareket ediyordur. Yani, solda görüntü vermenin, kendi yaşam koordinatları açısından imge değeri yüksektir ve gereğini yerine getiriyordur.
2) Böyle birini kabul eden komünist parti, tarihsel anlamıyla “ortodoks” değildir.
Can Okan olayı, her iki olasılığın da gerçeklik kazandığı bir dönem ve ortamın ürünü.
O halde, Okan neden TKP ile ilişki kurma gereksinimi hissetti?
a) Defalarca yazdık; bu ülkede çoksesli Batı müziği Laik Cumhuriyet ile özdeşleştiğinden, buradaki herkesin, değişik derecelerde, ilerici/solcu kimlik taşıma zorunluluğu vardır. Meşruluk kaynağının ilk durağı burasıdır. Alaturkayı, Osmanlı’yı överken bile, “Atatürk’ün Müzik Devrimi” filan diyeceksiniz. Şizofrenik ama tarihsel bir durum. Bu gerçek, İslamcılar iktidara gelmeden önce, o denli göze batmıyordu. Oysa artık öyle değil; İslamcılarla işbirliği yapan herkes, gerçekte ilerici/solcu olduğuna yönelik imgeyi güçlendirmek zorunda. Yelpaze, Atatürkçülük ile sosyalizm arasında epey bir hareket alanı sağlıyor.
“Harika” çocuk Hüseyin Sermet bu denkleme karşı çıktı. Anında silindi. Öyle ki, kendi doğal çevresi üzerinde etkili olamayacak birini İslamcılar da kullanmak istemeyeceklerinden, ne kadar ilerici/solcu görünürseniz, İslamcılarla işbirliğinde meşruluk alanınız o kadar geniş, eliniz o kadar güçlü olur. Yazılarda çok örneğini verdik.
İşte, Can Okan’ın, sol niteliği tartışmasız bir yerde durmasının ilk nedeni budur. Nitekim İslamcılar onu önce CSO şef yardımcılığına, ardından da İDOB’a yerleştirdiler. “Aman bu komünistmiş!” falan demediler. Tam tersine; neoliberal formasyonu ve klasik müzik çevresinden aldığı destek, hakkındaki suçlamalara rağmen, onlar için belirleyici oldu. Diğer belirleyici etmen, elbette ki, sözü edilen TKP’nin, adını kullanmanın ötesinde, tarihsel TKP ve temsilcisi olduğu ortodoks komünist kültürle hiçbir ilişkisi olmayan, neoliberal terbiye görmüş, uslu ve efendi aile çocukları partisi oluşu. İslamcılar açısından, böyle komünizme can kurban…
b) Bu kuşağın tam bir rekabet ortamında yetiştiğini, bunun için her yolu denediklerini belirtmiştik. Bunlardan biri de, ilerici/sol kimlik imgesi. Can Okan’ın en yakın rakiplerine bakın; CSO’da barınmasına izin vermeyen Şehzade Cemi’i, Muammer Sun ile aynı kareye girebilmek için büyük çaba harcayan, ad ve soyadının sağladığı “Alevi” çağrışımı gayet işlevsel kullanan, siyasal aklı işlek biridir. Murat Cem Orhan aşağı kalır mı; 2010’da Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’undan bale müziği, 2012’de Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’ndan şan partisi çıkarmış, üstelik her ikisi de Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması’nda ödüllendirilmiştir. Daha sonra yine Nâzım Hikmet’ten, Kuva-yi Milliye’nin İnsan Manzaraları. En sade suya tirit olan Rakkase (İbrahim Yazıcı) bile KHK ile atılmış, İzmir BB Başkanı, 68’li Aziz Kocaoğlu’nun danışmanlığı üzerinden ilerici/solcu imgesi edinmiştir.
Böyle bir rekabet ortamında, siyasal akıl sahibi Can Okan’ın, herkesi geride bırakacak olan radikal bir kartı, TKP adını kullanması doğal sayılmaz mı?
Ayrıca, sosyalist/komünist kimlik, Can Okan gibi, sürekli açlığını çektiği “entelektüel” imgeye destek, ürkek kişiliğine ise “radikal cesaret” katkısı sağlayan bir işleve de sahiptir.
c) Gerçek komünist ahlak ve değerler açısından asla kabul edilemeyecek pedofili ve cinsel taciz türü ağır etik sorunları perdelemenin, bunların muhatabı olan kişilere yönelik şüpheleriyse daha kolay gidermenin kestirme yollarından biri de, hiç kuşkusuz, komünist partide bulunmaktır. Sayılı istisnalar dışında, tarihsel anlamda ortodoks komünist partilerde, konuya yönelik duyarlılığın getirdiği etik eşik yüksekliği nedeniyle, bu tür vakalara pek rastlanmaz. Rastlandığında da sert tepki verilir. Dolayısıyla, TKP-Okan ilişkisine dışarıdan bakan birinin gözünde, Okan, hakkındaki şüphelerden otomatik olarak arınma olanağı yakalayacaktır. Belirli bir tarihsel ve siyasal bilince sahip olanlar dışında, bu TKP’nin gerçek bir komünist parti olmadığını kim nasıl bilebilir ki?!
Eğer suçlamalar doğruysa, Can Okan’ın çadırı doğru yere kurduğu kolayca anlaşılabilir.
Siyasal aklın son hamlesi: Dilruba Sultan
Okan’ın siyasal aklının diğer bir parlak örneği, Dilruba Sultan boncuğunu kullanışıdır. 2025 Ocak’ında İDOB’a yerleşince, ilk müzikal etkinliği, 24 Mart’ta, “Ihlamur Ağaçlarının Altında” başlıklı, Liszt’in lied’lerinden oluşan bir resital gerçekleştirmek olacaktır. Resitalin tek amacı, Dilruba Sultan’ı koltuklamaktır. Olağan koşullarda yan yana gelmeleri hiç de kolay olmayan bu ikiliden biri söylemeye çalışır, diğeri de ona piyanoda eşlik eder. Birinin eli yüzü düzgün klavyesiyle, diğerinin lied çırpınışları arasındaki makasın açıklığını görmek dışında, sanatsal çarpıntı derlemenin kolay olmadığı bu etkinliğin stratejik hedefi Müdür Opet Caner’i avlamaktır.

Opet in, eşi Dilruba Sultan’a olan zaafı ülke sınırlarını filan aşmış durumda. Müdürlük faaliyetinin büyük bölümünü, Sultan’ı, altından asla kalkamayacağı rollere birinci kast yazarak, İDOB’un daha üst segmentinde bulunanlara kabul ettirmeye çalışmak oluşturuyor. Opet’in bu umutsuz, canhıraş çabasını iyi gözlemleyen Okan, ayağının tozuyla, böyle bir resitalde, parlak soprano Dilruba Sultan’a eşlik etmekten büyük haz ve onur duyacağını bildirince, Opet’in kalbine o dakika yerleşmiş oluyor.
Pedofiliymiş, cinsel tacizmiş, ne gam ama! Dilruba Sultan lied söyledi, mutlu oldu, alkış aldı ya…
O gün bugündür, Opet, Can Okan’ın canlı kalkanı. Onun yanından geçerken tesadüfen hapşıranı bile sorguya çekiyor.
Felsefe sertifikalı siyasal akıl işte böyle bir şey!
Son üç koruma subapı: Önce TKP
Can Okan ile ilgili söylentiler, MSGSÜ Konservatuarı koridorlarında, öğrenciler arasında yıllardır konuşulur. İşin resmiyete dökülmesi, belirttiğimiz gibi, 2023 ilkbaharındadır. Hadi, TKP’lilerin bu tarihe kadar olanları, “bizden birine çamur atıyorlar!” refleksiyle dikkate almadıklarını varsayalım; peki, 2023 yazında onaylanan soruşturma raporu ve kendisine resmen bildirilen karar sonrasında apar topar MSGSÜ’den istifa edip, partiyle de ilişkisini kesen Can Okan ile ilgili, kurumsal sosyal medya hesaplarında, neden iki satırlık bir cümle yer almaz? Hadi, onu da görmezden gelelim; 28 Ağustos 2025’te, olayın ilk kez kamuoyuna açık mecralarda dile getirilmesi ardından, niçin tek bir sözcükle bile tepki verilmez? Unutmamalı ki, İslamcı iktidar bile, o sosyal medya hesaplarındaki savlar üzerine, Can Okan’ın şu an görev yaptığı İDOB’a müfettiş yollayacaktır. Ve nihayet, müfettişin gelişinden 10 gün önce, konuya ideolojiler ve siyaset üstü yaklaşılması gereğini defalarca vurgulamış olmamıza rağmen, bugünkünden çok daha ılımlı ifadeler taşıyan bu yazı neden yayımlanmaz?
TKP adını taşıyan grubun bu tavrı tesadüfi bir zaaf mıdır, yoksa genetik bir soruna mı işaret ediyor?
Sorunun yanıtı bu yazının içerik ve sınırlarının çok ötesinde. Şimdilik yalnızca şu kadarını söyleyip, geçelim:
TKP, 1920-1991 arasında yaşamış, Türkiye solunun ortodoks hattını temsil eden bir sınıf partisidir. Tarihsel meşruluk koordinatları bellidir. 2001 yılından beri TKP adını taşıyan bugünkü oluşumun, gerek sınıfsal, gerek tarihsel, gerekse ideolojik açılardan, sözünü ettiğimiz tarihsel TKP ile hiçbir ilişkisi olmadığı gibi, onun temsil ettiği ortodoks siyaset ve kültür normlarına da, geniş ölçüde, karşı konumlanmıştır. Anti-Sovyetik genetiğe yaslı, neoliberal kültürün derin izlerini taşıyan, işçi sınıfıyla en ufak bir ilişkisi olmayıp, entel-dantel kulübü görünümlü, “kampüs solculuğu” ile komünist savaşımı birbirine karıştıran bu grup, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın “olur”uyla TKP adını alabilir, ama taşıyamaz; tarihsel meşruluğu olmaz. Uluslararası komünist hareketin tarihi, o meşruluğun nasıl elde edilebileceğini belirlemiştir.
Bizi burada ilgilendiren konu, Can Okan’ın bu parti tarafından korunmasının, işaret ettiğimiz “kampüs solculuğu”nu temellendiren entel duyarlılık ve fantezi dünyası çerçevesinde, doğal bir tutum olduğudur. Pedofili ve cinsel taciz gibi konularda, gerekli kararlılık ve tepkiyi harekete geçiren etik algı alanı, sınıfa yaslı, tarihsel meşruluk taşıyan bir komünist partisinde çok farklıdır.
Sonra aliyyülâlâ tacir Şefik Kahramankaptan
Şefik Kahramankaptan’ı harekete geçiren tek şey paradır. Ne etik, ne ahlak, ne şu, ne bu, hiçbir sınır tanımaz. Tüccar milletinin sözlüğünde, “tutku”nun karşısında yalnızca “para” yazar.
Bu kolpocu, Konser Arkası adlı derginin 2025 Kasım sayısında, “Şu Cinsel Tâciz Sorunsalı..” başlıklı bir yazı kaleme almış. Amaç, Can Okan’ı korumak. Mutlaka bir çıkarı vardır. Yukarıda, 26 Aralık 2023 tarihli yazısında da aynı misyona soyunduğunu belirtmiştik.
Yazıda kimsenin adını vermeden, adrese teslim mesaj yöntemine başvuruyor.
Peki, hangi adrese ve neden şimdi? Olayın kamuoyuna yansıması üzerinden iki aydan fazla zaman geçmedi mi?
Evet öyle. Onun derdi olayın kendisi değil ki. Müfettişin gelmiş olması.
Ne müfettişi?
Yazıda, son iki ay içinde kamuoyu gündemine gelen pedofili ve cinsel taciz olaylarıyla ilgili olup, adlarını vermediği ama müzik camiasında herkesin bildiği beş kişiden söz ediyor: Can Okan (“genç şef”), Naci Özgüç (“olgun şef”), Bülent Evcil (“flüt sanatçısı”), Sezai Kocabıyık (“obuacı”) ve Çağ Erçağ (“erkek çellist”). Can Okan dışındakilerin dosyası, yazı kaleme alınmadan önce zaten çözüme kavuşmuştu: Naci Özgüç emekliliğini istemek zorunda kaldı. Diğer üç sanatçının ise Borusan Filarmoni ile ilişkisi kesildi. Geriye, henüz çözüme kavuşturulmamış tek bir dosya kaldı: Can Okan’ınki. İşte bu amaçla, pedofili ve cinsel taciz savlarını soruşturmak üzere, İDOB’a, 20 Ekim’de müfettiş geldi. Üstelik adam işi sıkı tutup, MSGSÜ’deki resmi raporlara falan da uzandı. Bizim kolpocuyu aldı mı bir telaş; ne yapıp edip, bunların “dedikodu, mobbing, yargısız infaz” olduğunu, Can Okan’ın dışlanması anlamı taşıyacak yanlış bir kararın müzik yaşamımızı olumsuz etkileyeceğini filan yazarak, hem müfettiş üzerinde baskı, hem de bu yönde kamuoyu oluşturmak amacıyla işe koyuldu. Yazının içeriği ve zamanlaması bütünüyle bu koordinatlarda anlam kazanıyor.
O kadar etik yoksunu, o kadar ahlaksızca bir sözde savunma yazısı ki, insanın okurken bile yüzü kızarıyor.
Önce biçimsel ahlaksızlık:
Konser Arkası adlı dergi, KAM Management adlı şirketin sahibi Osman Enfiyecizade’ye aittir. Kendisi emprezaryodur. Yani, simsar; sanatçı pazarlar. Portföyündeki sanatçılar arasında Can Okan da var. Dolayısıyla, Okan üzerinden para kazanan birinin dergisinde, Okan’ı çok ağır bir etik suç savından aklama çabası, hangi çıkar karşılığında yapılırsa yapılsın, tek sözcükle etik değildir.
Sonra içerik ahlaksızlığı:
Gerçekten iğrenç. Bu tür yaratıklara ancak bu ülkede “gazeteci” denebilir. Can Okan’ı sevebilir, özel yakınlığı, hatta maddi, manevi çıkar ilişkisi de olabilir. Bunlar doğal da karşılanabilir. Ama, savunma dayanağı olarak yalana, maddi gerçeği tıraşlamaya sarılmak, işte bu doğal karşılanamaz.
Bakın ne diyor:
“ Şüyuu vukuundan beterdir” sözü, söylentinin, dedikodunun, gerçek olmasa, ya da kanıtlanmasa da hangi kötü sonuçlar doğurabileceğini anlatır. Günümüz Türkçesiyle “Söylentisi, olmasından beterdir” şeklindeki bu sözü anımsatmamın nedeni, bu yıl içinde müzik camiasında “cinsel taciz” söylentileri, dedikoduları ve bunlara dayanılarak mobbing, yani bezdirme - yıldırma eylemlerine yol açmış olması, bunun sonucunda da hiçbir resmî şikayet olmadan, adliyeye intikal etmeden, bazı kişilere “yargısız infaz” uygulanmış olmasıdır.”
Kısacası, hiçbir resmi şikâyet yok. Doğal olarak, adli takibat da. O halde, bütün bu savlar “mobbing, yargısız infaz” oluyormuş.
Ve utanmaz adam harbiden arsızlaşıyor:
“Cinsel taciz suçunun soruşturulması ve kovuşturulması mağdurun şikâyetine bağlıdır. (TCK. 105)”
“Demek ki neymiş: Tacize uğrayan kişi ya da çocuğu tacize uğrayan velinin, delilleriyle birlikte altı ay içinde savcılığa başvurması gerekiyormuş.”
Yalan söylüyor; TCK 105/2, cinsel tacizin nitelikli olması durumunda, soruşturmanın şikâyet şartına bağlı bulunmadığını son derece açık biçimde belirtiyor. Bu durumda, zamanaşımı 6 ay değil, 8 yıl. Kamu görevinin, eğitim/öğretim hizmetinin, aynı işyerinde çalışmanın, posta ve elektronik haberleşmenin sağladığı kolaylıktan yararlanmış olmak, cinsel taciz suçunu “nitelikli” hale getiriyor.
Pedofili söz konusuysa (TCK 103/1-2), soruşturma hem şikâyete bağlı değil, hem de zamanaşımı, suçun niteliğine göre, 15 ile 20 yıl. Üstelik bu süre, çocuk reşit olduktan (18 yaş) sonra işlemeye başlıyor.
Amacı, bir yandan Can Okan ile ilgili pedofili savlarını buharlaştırmak, öte yandan, hem Okan, hem de Naci Özgüç ile ilgili savlar doğru olsa bile, “basit cinsel taciz” kapsamında olduğu, dolayısıyla, 6 aylık zamanaşımının çoktan dolduğu algısını yaratmak. Oysa dile getirilen savlar basit değil, nitelikli cinsel taciz kapsamında.
Beteri var:
“Bizde ne olup bittiğine baktığımızda, iddiaların sosyal medya aracılığıyla ortaya atıldığını, savcılığa intikal ettirilmiş bir durum olmadığını, tıpkı kumpas davalarında gizli tanık ifadelerinde olduğu gibi “miş-muş” içerdiğini, iddia edilenlerin üç beş yıl öncesine ait olduğunu görüyoruz.”
Yüzsüzlüğün bu kadarı olur!
Pedofili ve cinsel taciz savlarına konu olanlar (başta Can Okan ve Naci Özgüç), Ergenekon kumpasıyla içeri atılan Laik Cumhuriyetçilerle özdeş, onlar hakkında bu savları ileri sürenler ise (başta cinsel tacize uğramış olanlar) “miş-muş”çu, FETÖ’nün ayarttığı “gizli tanıklar” ile özdeş, öyle mi?! Bir adım ötesi, İslamcı iktidarın, bu iki ilerici, çağdaş, Laik Cumhuriyetçi şefimize karşı açtığı sinsi siyasal savaş olacak.
Nitekim herif kafayı hepten kırıyor:
“[Can Okan] ilk iddialar ortaya atıldığında, yanlış anımsamıyorsam 2022 yılında ders verdiği konservatuvardan istifa etti. Onun batonu altında yeni yapıt hazırlamaktan, prova yapmaktan, konser vermekten memnun olan pek çok orkestra, bağlı bulundukları genel müdürlük tarafından “sözlü olarak” o şefe konser verilmemesi konusunda uyarıldı. Ülkedeki mevcut yapı ve hava nedeniyle hiçbir orkestra yönetimi de, bu isteğin kendilerine “yazılı” olarak bildirilmesini isteyemedi!”
Can Okan 2022’de değil, 2023’ün Temmuz’unda istifa etti. Eğer İslamcı iktidar, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü (GSGM) eliyle, bu yönde bir sözlü talimatta bulunduysa, kutlanmayı hak etmiştir. Ancak bizim yukarıda verdiğimiz listede, söz konusu dönemde, Okan’ın GSGM’ne bağlı orkestralarda şeflik yapmaya devam ettiği görülüyor. Yok, konunun kamuoyuna yansıdığı tarih olan 28 Ağustos 2025 sonrası kastediliyorsa, GSGM’nü yine kutlamak gerekir.
İslamcı iktidarın baskısına gönderme yaparak, “Ülkedeki mevcut yapı ve hava nedeniyle hiçbir orkestra yönetimi”nin bu talimatı “yazılı” isteme cesaretini gösteremediğini söylemesiyse, orkestraların pedofili ve cinsel taciz savlarını umursamadığı, bunlara inanmadığı, Can Okan delisi oldukları, karşılarına ise İslamcı iktidarın (GSGM) dikildiği fantezist kurgusunu yaratarak, aklı sıra işi siyasal boyuta taşıyor.
Densiz Kolpocu ne hukukun, ne de kamu hizmetinin adap ve edebine yakın olduğu için, yazılı ve sözlü talimatın koşulları arasındaki ayrımı da bilmiyor.
Can Okan’ın suçsuzluğu izlenimi yaratma çabasını öyle bir kesinlik perdesine taşıyor ki, müfettişe ve tribünlere oynadığı tabak gibi görülüyor:
“Peki bu söylentilere, iddialara muhatap olanlar, sosyal medya aracılığıyla kendilerine yönlendirilen suçlamalar hakkında hukuksal girişimlerde bulundular mı? Doğrusu bilmiyorum ama genç orkestra şefinin [Can Okan] ders verdiği okulda aleyhine açılan kampanya karşısında hukuk yoluna gitmek yerine istifa edip ayrılmayı seçtiğini biliyorum ve eleştiriyorum.”
Neden acaba?
Yukarıda değindik; MSGSÜ bünyesindeki ilgili soruşturma komisyonunun hazırlayıp (20 Haziran 2023), Konservatuar Yönetim Kurulunca onaylandıktan sonra (4 Temmuz 2023), MSGSÜ Rektörlüğüne sunulan (7 Temmuz 2023) raporunda yer alanları okursanız, Can Okan’ın idari yargıya başvurmasının, kendisi açısından çok büyük risk almak anlamı taşıyacağını kavramanız yalnızca birkaç saniyenizi alır.
MSGSÜ ve GSGM’den umudu kesmiş Kolpocu, tek teselli olarak DOB’a sarılıyor; işi yine siyasal sosa bulama çabasıyla:
“Neyse ki, şimdi çalıştığı kurumdaki yöneticisi, iddialar sübut bulmadan bir işlem yapmak niyetinde görünmüyor.”
Sözünü ettiği yönetici kim? DOB Genel Müdürü Tan Sağtürk mü, İDOB Müdürü Opet Caner mi?
Opet Caner’in koşulsuz Okan militanı oluşuna, nedeniyle birlikte yukarıda işaret etmiştik. Ancak, Tan Sağtürk’e rağmen böyle bir destek vermesi asla söz konusu olamaz. Tan Sağtürk’ün ise o koltukta yalnızca kukla olduğunu, İslamcıların emir erliği dışında hiçbir işlev ve görevi bulunmadığını defalarca yazdık.
Uyanık kolpocu şunu yapmaya çalışıyor:
GSGM ile DOBGM’nin bakış açıları ve siyasal konumlarının farklı olduğunu ima ederek, Can Okan’ın ilerici/çağdaş kimliğiyle, İslamcı GSGM’ne göre DOB’da kıymetinin daha iyi bilineceği izlenimi yaratmak suretiyle, DOB’daki koruma kalkanını kalınlaştırmaya uğraşıyor. Bu da, DOB bünyesinde Okan’a karşı oluşmuş bulunan ciddi tepkinin temellendirdiği iradeyi kırmak anlamına geliyor. Tabii, bu arada, DOB yönetimine sırnaşarak, yeni bir yerli ve milli opera librettosu kapmak da olası bonuslar arasında yerini alıyor.
Nihayet yazının sonunda, bu “yargısız infaz”ların neden yapıldığını anlayabiliyoruz:
“…klasik müzik camiası “yargısız infaz”lara, ya da kişisel bir takım çekememezliklerin, sorunların bu tür iddialarla çözümlenmesi girişimlerine sahne olmamalı.”
Yani, Can Okan gibi bir dâhiyi çekemeyenler, bu türden “iddialarla” onu yıpratmaya çalışıyorlar.
Adam ömrü hayatında etik/ahlak kavramının yanından geçmediği için, bu işte kaybedenin yalnızca orkestralar olduğunu bile yazabiliyor:
“Bu olaylar sonunda tek üzüntüm, orkestraların biri genç, diğeri olgun ve mesleklerinde yeterlilikleri kanıtlanmış iki şeften mahrum bırakılmış olmaları.”
Şu zavallıya nasıl anlatmalı ki; bir sanat kurumu etik yozlaşmaya tutsak olur, buna da kimse ses çıkarmazsa, bir süre sonra orada ne sanat kalır, ne de kurum. Çünkü etik yozlaşma, hele pedofili ve cinsel taciz, ideolojiler, kuramlar, siyasetler ve kadrolar üstü, kemirgen bir tümördür. Hiçbir bünyeyi ayakta bırakmaz.
Can Okan ve Naci Özgüç’e gelince; her ikisi de, Kolpocu’nun sandığı kalibrelerde değil. Bunların yokluğunda orkestraların “mahrumiyet” içine düşecekleri düşüncesi ancak mizahi düzlemde anlamlıdır.
Ve müfettiş
20 Ekim haftasında, İDOB’a, Can Okan olayını soruşturmak için müfettiş geldi. Pedofili ve cinsel taciz savlarının sosyal medyada yer alışından bir buçuk ay sonra, bakanlık, başta DOB, yüksek sanat kurumları ve kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine, bu kararı almak zorunda kaldı. Alınan karar her açıdan yerindedir. Müfettişin İDOB bünyesindeki çalışması, ister istemez MSGSÜ’yü de içerdi ve gerekli veriler toplandı.
Şimdi göreceğiz; İslamcı iktidar, yukarıda sayılan tüm kurum ve kişiler gibi, Can Okan’ı koruma refleksiyle mi hareket edecek, yoksa konunun ciddiyeti ve ilgili kurum içi/dışı alanlarda oluşmuş rahatsızlığı dikkate alarak mı davranacak?
Umalım ki, müfettiş bu dosyayı “yeterli delil yok” acullüğüyle rafa kaldırmak için gelmemiş olsun.
Sonuç
Can Okan ile ilgili dile getirilen pedofili ve cinsel taciz suçlamaları gerçeği yansıtıyor mu?
Belki evet, belki de hayır.
Kesin olan ise, bu konuda şimdiye kadar ciddi bir araştırma yapılmaktan kaçınıldığı ve değişik gerekçelerle, kendisinin her düzeyde korunduğudur.
Bu, toplumsal çürümenin nasıl yatay kestiğinin en güçlü göstergelerinden biridir. Ama şu farkla; hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, nepotizm, liyakatsizlik… Bunların hepsi siyasal rejimler, yönetimler, kadrolarla ilgili sorunlardır, çoğu gelir geçer, zamanla unutulur; ama pedofili ve cinsel taciz bir uygarlık sorunudur. Ne kolayca gelir geçer, ne de kolayca unutulur. Tersine, çok ağır sonuçlara kapı aralar.
MSGSÜ koruyorsa, DOB yönetimi; o koruyorsa, DOB sanatçıları; onlar koruyorlarsa, TKP; o koruyorsa, orkestralar; onlar koruyorlarsa, basın; o koruyorsa, İslamcılar; onlar da koruyorsa izleyiciler… Bu tepki mutlaka verilmeli, konu açıklığa kavuşmadan, Can Okan o bageti eline alamamalı, o klavyeye dokunamamalıdır.
Türkiye Yüzyılı’nın ahlakı mı, uygarlık etiği mi?
Böyle bir seçimi dayatmayın.
Bu vebalin altından hiç kimse kalkamaz, hiç kimse…



Yorumlar